Eylül

Foto: Sümeyra Kalaman Photography


Bu yazının gerçek kişi ve kurumlarla hiçbir alakası yoktur. Tamamen hayali karakterlerden ilhamla kaleme alınmıştır. 

yok bu o eylül değil abiler,  bu eylül başka bir eylül. yaşımızın artık genç irisi halini almasından mıdır, yoksa mahallenin durumundan mıdır bilemiyorum lakin ramazan bitiminden bu yana sağımda solumda yaşanan söz/nişan/kına/düğün patlaması enflasyona dönüştü. millet bir gecede 5 düğünden, sabahlar olmasın tadında altın takma turlarından, komidinde biriken davetiyelerden bahsediyor. yalan değil, iyi kötü kuşağımın yarısı yuvadan uçmuş durumda, kalanı da uçmak üzere. muhtemelen bir yıl içinde bekar kalmayacak. kavga çetin, süreç hassas. okullar da bitende millet ipinden kopmuşçasına kutsal aile kurumunun kapısını çalıyor.

muhakkak ki resmin iki yüzü var. muhtemelen tüm bu evlilik furyası yeni değil, bunu fark edip şaşıran da ilk ben değilim. hatta bu alışıldık bir şaşkınlık da olabilir. "ne var canım bunda abartacak?" denmesi muhtemel. bunda sıkıntı yok. en az benim hayretim kadar tabii bu tepki. fakat mesele bu evlilikerin, sevgililikten aileye doğru bu temayülün karakterine geldiğinde işler değişiyor, alacaya çalıyor.

lisedeyken flörtün gayriahlakiliğinden dem vurur, sevgililik "hukuk"unun bu kadar keyfe keder, gelip geçici bir temelde süremeyeceğinden harekete millete verir veriştirirdim. "gönül eğlendirmek bize ters" raconu keserdim. tabi o zamanlar ne bu kadar feminist, ne de bu türden İslamcıydım. evdekilerin de biyografisinden ve hayat mücadelesindne aldığım ders, kendimin ve kardeşlerimin üretim ve eğitim süreçleri, bana "yuva" dediğimiz şeyin o kadar da tiksinç bir şey olmayabileceğini öğretti. aşkın örgütlenmekten geçtiğini ve devrimci birer hücre olan yüreklerin gerçekten de devrimci bir hücre olarak bir ev kurabileceğine inandım. bunun imkan ve ihtimaline dair mütevazi ve çileli bir arayışım oldu. bedel ödedim.

şimdilerde bu fikirden caymamakla beraber, sevmek/sevilmek (hala "aşk"ı telaffuz edemiyor oluşum manidar) ekseniyle evlenmek ve "aile" olmak ekseni arasında giderek daha kalın hatlarla belirginleşen bir çizginin varlığı beni tiksindirmekte. memleketin, daha doğrusu muhafazakar ahalinin, yeni yeni orta sınıflaşırken dolu dizgin arzuladığı ve tattığı hayatlar, mevzubahis evlenme pratiklerini de yapış yapış bir hale büründürüyor, pembe bir kusmuk gölü adeta.

Müslüman çiftlerin sürdürülebilir bir flört formu, özgür aşk deneyimi fıkhen namümkün. dolayısıyla izdivaç etmenin kendisi bir zorunluluk, zaten vacib. şeriattan yana bir sıkıntı yok, fakat  izdivaç ameli etrafından örülen, iddia edilen evlilik kurumunun bu fıkhi temeller ve İslami nosyonlarla alakası tartışılır. zira her pratiğimizde olduğu gibi sapına kadar modern, kapitalist, orta sınıf ahlakına yaslanan ama kılıfı gayet İslami bir manzara var gibime geliyor ortada.

bu evliliklerde beni bu kadar çıldırtan temelde iki şey var. birincisi işin ekonomi-politiği; tüketime, hazır nesnelere, arzu ekonomisine ve etrafından bitmek bilmeyen müzakerelere, gerilimlere taalluk eden kısım. ikincisi ise bu evliliklerle örülen sosyallikler, ilişkiler, insani durumlar, karşılaşmalar ve ayrılıklar.

sıklıkla gözlemlediğim şey, bugün evlilik kurumunun evlenenlerin önceki hayatlarıyla (gençlik/üniversite) yapısal bir kopuş işlevi gören bir sıçrama tahtasına dönüştüğü. diğer bir ifadeyle loş sarı masa lambasından, beyaz tasarruflu ampüllerle aydınlanan ışıltılı avizelere, eprimiş soluk minderlerden dev koltuklara geçiş bir hayat tarzının terki ve başka bir yaşamın da inşasına yönelik küçük ve fakat politik evrende radikal adımlar. ilişkinin materyal evreninde atılan tüm bu adımlar, sahip olunan, terk edilen, kazanılan ve arzulanan sosyalliklere yönelik adımlar aslında.

bu yeni kurulan evlerde nerede sigar içilip nerede söndürüleceği, nerede bacak bacak üstüne atılabilirken nerede edeple dizlerin büküleceği, hangi çiftler kapısından içeri girebilecekken kimlerin kapının dışında (biteviye bekarlar, yani bu "yeni" rejime tabi olmayanlar) kalacağı bu ekonomi politiğin ve birlikt getirdiği ahlaki rejimin tayin ettiği sosyalliklere işaret etmekte. dolayısıyla bu evlerin nizamı, teçhizi, ödenecek kirası sadece maaş bordrosuna değil, eski sevgili "yeni evli"lerin kendilerine tayin ettikleri, mecbur kıldıkları hayatla da yakından alakalı. yapılan her tüketim bir tercih ve beraberinde hayattaki bir pozisyona dönüşme kapasitesinde.

doğal olarak mevcut sosyal ve ekonomik koşullarda taze üniversite mezunu/mensubu sevgililerin böylesi bir ekonomik yükün altına girmeye ne imkanları ne de cesaretleri var. dolayısıyla tam da bu noktada devreye giren, muhafazakarlığın yegane üreticisi "kutsal aile" kurumu, eski sevgililere hayatta bir zamanlar karşısında durdukları, muhalefet ettikleri tüm değerleri altın tepsi içerisinde geri iade ediyorlar. kayınbabanın öpülen eliyle dahil olunan bu rejimde nası "baba" veya "anne" olunacağı, kız istemeye gidildiğinde /görücüye gelindiğinde giyilen/ters çevrilen bir çift terlikle olup bitiyor aslında. sonrası kolay. bu zamana kadar yüce devletimizin can-ı gönülden, fedakarlıkla üstlendiği gözetim ve disiplin aygıtları tekrardan sahibine iade ediliyor, aslına rücu ediyor.

tüm bu ilişkiler, iğrençlikler, İslamiyet vurgusu taşıyan fakat Haneke filmlerinden beter sahneler, food courtta sessiz yenen yemeklerde, LCW gömleklerde, çamaşır suyu kokan evlerde, ev taksitlerinde sönen bu hayatlar benim, bizim, epeyce yoldaşlık ettiğim arkadaşlarımın hayatları. zaten işin bana koyan, kafayı yedirten kısmı da burası. 5-6 senede bir yaşadığımız krizin ikinci etabı denebilir buna. liseden üniversiteye girerken "adam" olamayan, gönüllüce ilmeği boyuna geçirmeyen son erler ve hatun kişiler de son süreçte tasfiye eşiğindeler. dolayısıyla geçmişte yaşanan ve verilen kavgaya bugünün zorunlu, konjonktürel, pragmatik ve gayri ahlaki tercihleri insana ziyadesiyle kafayı yedirtiyor, bulantı getiriyor.

işin konjonktürel kısmında, yeni Türkiye'nin resmi dininin (bir tür) kültürel İslamcılık, yönetişim biçiminin de aile olduğu aşikar. dolayısıyla bu gündemde, insanlar için de ideal yaşam prototipi evlenmekten geçiyor. bugün Türkiye'nin metropollerinde çift maaş girmeyen bir evin geçimi neredeyse imkansız, bu şartlar evliliği ekonomik bir birlikteliğe, adeta bir korporasyona da dönüştürüyor. eskiden her mahallede müzmin bekar bir yaşlı hemşire, evlenenemiş bir aksi ihtiyar amca olur, o muhitin marjinalleri olmakla beraber mahalle havasında iyi kötü kendilerine bir yer bulurlardı (kutu birayı gasteye sarıp edebince parkta demlenen dedeler misali) şimdiyse bu yaşam formu erozyona uğramış durumda. istanbulun görece seküler/modern semtlerinde bekar gettoları oluştu, feriköye bi uğrayın 35'ini devirmiş feminist ablalardan mürekkep bir mahal olmuş. mahallenin bu dönüşümü de insanların hayatlarını sivil/evlilikdışı formlarda sürdürmelerini namümkün hale getiren durumlardan.

pek çocukça, müzmin muhalif, inatçı ve ergen gelebilecek sızlantım aslında yaşadıklarımız, bu hayatta verdiğimiz kavgaya, pozisyon ve tutumlarımızla ilgili bir sorudan ibaret; bu deveyi güdecek miyiz, bu diyardan gidecek miyiz? ben bu deveyi gütmeyi, bu boku yemeyi, hayatı kabullenip bu arzuların peşine gitmeyi kendime yediremiyorum. arkadaşlarımın da bunu inanılmaz bir şekilde istediğini zannetmiyorum. fakat hepimizin iyi bildiği üzere arzu ve kanaat da nihayetinde örgütlenen şeyler. "aşk"ın literal, bağlamından kopuk, pratiksiz evreni tüm bu iğrençlikleri bir çırpıda örtecek irrasyonaliteyi üretmeye yetiyor. geriye kalan da kaybettiklerimiz, itaatsizlere karşı müşfik bir bakış, "enfantile" tebessümler, "darısı başın" ve "alışırsın" cömertlikleri.

Kitab ve Peygamber izdivaç emrediyor, Önderlik ise "Kapitalist modernitede özgür aşk imkansızdır" diyor. ille de orta yolu bulacağız ya, izdivaç edeceğiz bir şekilde orası belli, mesele özgür aşka giden yolu örgütlemekte. demem odur ki tövbe istifra edelim, istiğfar değil evet istifra. tüm bu mide bulantısında, tiksintilerden kusalım. kusalım ve kurtulalım. minderlerimizde, tek göz odalarımızda, rutubetli bodrumlarımızda, arzulanmamış hayatlarımızda, pierre cardin yataklarda değil o kaypak minderlerimizde sevişelim, mutsuz olalım, mutsuzluklarımızı paylaşalım. belki o zaman birşeyler yaşarız. aşık oluruz yeniden, eskimeden.

-devam edecek...

Yorumlar

Adsız dedi ki…
Önder diye bahsettiğin kişi Abdullah Öcalan sanırım.

Kuran'a ve Peygamber'e iman etmiş birisi, nasıl olur da İslâm'a ters olduğu aşikâr tavır, hal, söylem ve eylemleri bulunan bir zatı kendisine önder olarak görebilir? Kendi içinde çelişkili değil midir bu duruş?

Kürt halkının özgürlük mücadelesinin, bütünsel olarak terör olduğundan bahsetmiyorum. Benim söylemek istediğim şu: Amaç ne kadar "özgürlük mücadelesi" gibi temiz, hür ve saygın bir şey olsa da, hâlin ve eylemlerin "Niyetlenilmemiş Sonucu" bambaşka durumda: Sivil halk öldürülüyor; anarşi ve terör, geleceğin inşasında gerekli olan duruşmuş gibi değerlendirilip öğütleniliyor. Bu yanlışları TC ve TSK da yapmış ve yapıyor olabilir, ancak yanlış bir tavra verilecek olan doğru cevap, o yanlış olan tavrın nevinden olduğu sürece asla hakka ve hakikate erişilemez. Anarşi asla çözüm değildir ve asla da olmayacaktır. Anarşi, faşizmin kan kardeşidir. Faşizme karşı olduğunu iddia eden bir şahsın anarşist temayüllerde bulunması hatalı ve kendisiyle çelişen bir tavırdır.

Bir müslümanın faşist olması nasıl düşünülemeyecekse, anarşist olması da aynı sebeplerle düşünülemez. Ve bir anarşiste gönül bağıyla muhabbet kurması da aynı sebeplerle doğru değildir. Allah zalimleri sevmez. Zalimlere muhabbet kuranları da.
hanzalan dedi ki…
Bu başlık altında Kürt meselesini tartışmak yersiz, özetle Önderlik derken Abdullah Öcalan'ı önderim olarak kastetmediğimi söylemekle yetineceğim.
Bedri Münir dedi ki…
Mustafa bence çok ince görmüşsün. Kalemine sağlık. Ancak şunu belirtmeden edemicem; bence bir kızgınlıktan mülhem bir havası var yazının. Bir şeye kızmışsın da üstelik gibi geldi. Tabi bu benim anladığım kadarıyla böyle ve bu mesajın hakikatini kapatacak bir durum değil kesinlikle.
Unknown dedi ki…
Devam etsin artık, hep f5 hep f5
hanzalan dedi ki…
kızdıklarım kaleme dökmeme yardım ettiler, ama onlardan bağımsız kılmaya çalışarak ve özellikle de deşifre etmeyerek tüm bir dönemi düşünerek imbiklediklerimi not etmeye çalıştım naçizane. yine de kızgınlığım fark edilir durumda tabii
hanzalan dedi ki…
demini alıyor, sabır
Mehmet Talha dedi ki…
ben yeni okudum, demini aldıysa tazele! kızacaksın tabi kızılmadan kabul edilenin adı olmaz imtihan, o değil de, esas mesele bu iğrenç evlenme formu bir entegrasyondan (!) eklemlenmeye dönüşüyor mu, dediğin örneklerde dönüşüyor ve üçüncü köprüyü beklemeye gerek yok atlamak için, fakat bizi tutan ve tutacak olan bunun katlanılan bir imtihan olduğunu hatırlama her halükarda, katlanılması gereken demiyorum bak ama tahammülden, yani hamalı olduğun ama hiç de 'sana kalmayan' bir yükten söz ediyoruz, bence millet, ilk etapta aile ilişkilerini karşına almayı göze almıyor ki felaket orada başlıyor gibi geliyor ama sonra avizeli hayatları görünce yok ulan bahaneymiş dünden razıymış bunlar diyorsun, onlar bir yana istemiyorsan git konuş benceye girecek ama alsınlar aileleri karşına "biz böyle istemiyoz şimdi kızcağnız ama genç olunca anlarsınız" diyelim gitsin
Adsız dedi ki…
zarifoğlu hikayelerinden biri senin seriyi hatırlattı da bir döndüm baktım yeniden. ekim-kasım-aralık tartışmaları cümle cümle bağlandı benim kafada hikayeye, ama eylülü yeniden okumam gerekti. sonra şöyle şeyler düşündürdünüz bana: tüm bu rüya formatında eziyet serisi, hazır özgür aşk da kendinden bahsettirmişken, mecburiyetlere dayanıyor sanki. hala okuduğum hikayenin içinden konuşarak çözümü de çözümsüzlüğü de beraberliğe zorunlu oluşla bağdaştırdım. senin seri boyunca bahsettiğin bir kereye mahsus oluşu fikrine istinaden verilen eyvallahlar, çok odalı ve çok eşyalı evler, hafıza damarlarını çürüten her türlü bileşen çözüme odaklı mecbur kalışlar. öte yandan -cihan aktaş hikayelerindeki mutsuz kadınlar hayal meyal hatırlatıyor kendini- eşyalar çoğaldıkça, evler lüküsleştikçe ve bir defaya mahsus olmasının zorunlu kıldığı dört dörtlük düğün dernek beklentileri yükselttikçe daha fazla sahiplenmek değil de sabitlemenin neticesinde her türlü dinamiğe karşı muhafazayı savunan aile, içerdiklerini de bir bir muhafazakarlaştırıyor. elbette tarafından kuşatıldıklarımızın her biri sürekli birliktelikten yana sıkıştırıyor olsa da, çoğumuzun gönlü bir ömre talip olsa da, iyi ya da kötü yorum yapmıyorum burada, başka imkanları, gerektiğinde ayrılığı, fani olmaklığı, başka başka bir sürü bağları zayıflatacak ya da koparacak ihtimali göz ardı etmeksizin yapılacak olan başlangıçlar sayesinde belki "aile"nin kurumsallığını zedelemek mümkün olabilir. sen her ne kadar bir yerde yuvayı yapan dişi kuştur diye söylemiş olsan da, derdim kurulacak bir yuvanın olumsuzlanması değil diye altını dikkatle çizerek, hayatın ihtimallere, karşılaşmalara, sürprizlere açık olmasından feyz alarak; o yuvayı, eşit miktarda sorumluluk ile sabitliklerden ve böylece her türlü değişkene karşı muhafaza etme güdüsünden ve böylece bütün meselelerin meşru zeminini oluşturan kurumsallığından kurtarabiliriz.
hanzalan dedi ki…
yanlış anlaşılmasın, ben eşitlik fikrine tamamen gönül vermekle birlikte bunun nihai olarak mutlu bir birlikteliğin yegane koşutu olduğundan emin değilim. daha metafizik anlamda bir teslimiyet de kişilerin arasındak hukuku belirleyebilir. dişi kuşa dair vurgum, toplumsal baskı ve aygıtlardan bağımsız olmasa da kadınların bu kurulumdaki kurucu kapasitelerine dairdi. bunun da mukavemete ve muhalefete içkin olduğunu düşünüyorum. tabi bu kapasite soğurularak bir riske, gerilemeye de dönüşebilir ki orası da ayrı bir tartışma. belki naiflikten, belki de maruz kaldığım orta sınıf evliliklerin ekonomilerinden bana nedense kadınlar bu süreçte daha proaktif-miş gibi geliyor. vurgum onaydı. eşitlik meselesini tüm boyutlarıyla masaya yatırmak lazım yine de. kıymetli yorumun için teşekkür ederim.
Unknown dedi ki…
Bu yorum yazar tarafından silindi.

Bu blogdaki popüler yayınlar

Hakikati söylemek, toplumu savunmak

düğün ve nikahlara neden icabet etmiyorum