Hakikati söylemek, toplumu savunmak

Talebelik hayatımız, ilim irfan maceramız kendinden menkul değil, hep bir erek ve kavga bağlamında oldu. Dünyayı anlamak değil değiştirmek olunca mesele, insan belasını buluyor. Bulduk da. Barış, eşitlik, adalet derken hakikat arayışçılarının hikayelerini terennüm etmek nasip oldu, mamostelerimiz oldu yol yordam öğreten. BAK'ın 2012'deki açlık grevleri sürecinden beri bir parçası iken 2015'e gelindiğinde müdafii de olduk. Elhamdülillah. O yetmedi, filimcileri de kattık işine. Duble. Tanıdık tanımadık, memleketin 12 Eylül sonrasında güç bela yetiştirebildiği insan malzemesinin en rafine tabakası, adliyelerde ter dökerken bize gurbette esef etmek düştü. Tuna hocanın yargılayan savunması, bugüne kadar okuduklarım arasında en çarpıcı olan, "suç"unu kabul edip onu savunan tavrıyla ayrışan metin oldu. Bir not da buraya düşelim diye iktibas etmek istedim. Sıramızı bekliyoruz. Pişman değiliz. Buradayız. Savunacağız, yargılayacağız. 


28 Şubat 2019, İstanbul  29. Ağır Ceza Mahkemesi
Sayın Hakimler,
Türkiye Cumhuriyeti Devleti'ni, izlediği savaş politikaları ve bunları izleyiş biçiminden ötürü açıksözlülükle eleştiren, bu yanlış yolun terkedilmesi ve barış için yeniden masaya dönülmesi çağrısı yapan 11 Ocak 2016 tarihli Barış Bildirisi'ni imzaladığım için terör örgütü propagandası yapmakla suçlanıyorum. Bu suçlamaya karşı bir çift söz beyan etmek isterim. 
Beyanımın ilk bölümünde bu imzanın benim için ne anlama geldiğini kısaca anlatacağım.
1966 doğumluyum. Elli dördüncü yaşımdan günler almaya başlayalı çok olmadı. 1980 eylülünde hayatımın on beşinci yılını sürüyordum. 1984 ağustosundaysa on dokuzuncusunu. Bu tarihleri laf olsun diye seçmedim.
Elli küsur yıllık ömrümün Türkiye'yle ilgili olan bölümü toplumu saran, sarsan, şiddet sarmalı içine sokan sorunlara güvenlikçi, şiddet içeren ve şiddet üreten çözümler dayatan iktidarların hükmü altında geçti.
1980'lerde, “başı ezilecek” denerek “terör” sözcüğüne indirgenmeye çalışılan sosyal ve siyasal soruna karşı 1990'larda “düşük yoğunluklu” bir savaş başlatıldı. Doksanlar'ı Türkiye dışında geçirmiş olsam da toplumu saran şiddeti, bazılarının failleri bugünkü siyasal iktidar döneminde açığa çıkartılan cinayetleri derinden hissettim.
Ve hep sustuk! Ben ve benim gibi “Fırat'ın batısında” yaşayan milyonlarca insan bu “düşük yoğunluklu savaş”ı sanki Türkiye Cumhuriyeti sınırları içerisinde yaşanmıyormuş gibi izledik. Sonra 2000'ler geldi, ortalık biraz durulur gibi oldu.
Ve 2008'de bugünün siyasi iktidarı “Kürt açılımı” adı altında bir süreç başlattı. Savaşan taraflar konuşma çabası gösteriyorlardı sanki. Gönülden destekledim. Artık doksanlara dönmeyeceğiz, savaş bitebilir, diye düşünüyordum. Bu beklentilerim 2013 ocağında başlayan Çözüm Süreci görüşmeleriyle daha da güçlendi. Artık konuşulacaktı. İzlenen yöntem bütün eksiklerine rağmen barış fikrini topluma da yaymaya yönelikti.
Bunu yalnızca Fırat'ın batısında değil, ilk kez 2013 eylülünde mesleki bir kongre için gittiğim Diyarbakır'da da gözlemledim. Artık geriye dönüş yalnızca geçmişin bizlere yüklediği sorumluluklarla yüzleşmek için olacaktı.
Yanılmışım! Barış, devleti yönetenlere iyi gelmemiş, 28 Şubat 2015'te üzerinde uzlaşıldığı bizlere söylenen ilkeler başka beklentileri tatmin etmemiş ki, Çözüm Süreci “buzluğa” kondu. Sonra da cehennem alevlerinde yakıldı.
20 Temmuz 2015 günü Suruç'ta otuzdan fazla genç katledildi. Ardından, elimde tuttuğum iddianamenin 5. sayfasında iddia edilenden farklı olarak, bugün bile failleri bilinmeyen bir biçimde iki polis memuru öldürüldü ve 25 Temmuz 2015'te tetiğe basıldı. Savaş, görülmemiş bir hızla başladı.
Bu korkunç dönemin başında tepkim hep “hayır, artık doksanlara dönmeyeceğiz” iken, giderek sözlerin yetmediğini düşündüm ve savaşın olduğu topraklara gitmeye, insanları dinlemeye karar verdim.
Eylül 2015'ten itibaren, bazılarının adı imzaladığım Barış Bildirisi'nde de geçen illere çeşitli defalar gittim. Savaş hazırlıklarını gördüm, savaşın sesini dinledim, yıkım ve zorunlu göç mağdurlarına yardım etmek için çuval çuval erzak taşıdım, evlerini, yakınlarını yitirenlerle konuştum. Bunların hepsini bireysel bir girişim olarak yaptım ve ilkem şu oldu: “Her Türk vatandaşı benim yaptığımı yaparsa barışa biraz daha yaklaşırız.”
Bu çabalarımın izlerini Sur'da, Nusaybin'de, Cizre'de, Hakkari'de, Yüksekova'da kaldığım otellerde bulabilirsiniz. Savcı Bey, belki aleyhime delil olarak kullanır.
Sayın Hakimler, herhalde daha ayrıntılamaya gerek yoktur. Ben Barış Bildirisi'ni yalnızca imzalamadım. Onu düşündüm, hissettim, yaşadım. O metni ben yazdım. Her cümlesinin arkasındayım.
Bu bağlamda şunu da belirtmek isterim. Hani bir laf vardır, sonda söyleneceği şimdiden söyleyeyim, denir. Türkiye'nin siyasi manzarası yakın gelecekte pek değişmeyeceği için o son büyük olasılıkla benim için de gelecek. Ben de o zaman söyleyeceğimi şimdiden söyleyeyim. Aleyhime kabul ettiğim, benim gözümde imzamı geri çekmeme denk olan HAGB'yi reddediyorum. Barış çağrısı suçlanamaz, ona hüküm verilemez.
Tuna Altınel, Lyon 1 Üniversitesi

Yorumlar

Bu blogdaki popüler yayınlar

Eylül

düğün ve nikahlara neden icabet etmiyorum