Kayıtlar

Aralık, 2015 tarihine ait yayınlar gösteriliyor

Sislerin İçinde

Resim
Saraybosna'ya en son 2011 kışında gelmiştim, gene bu vakitlerdi. Neredeyse beş yıl olmuş. Şehir epey yorgun, o zaman ki zindelik daha bir perişanlığa bırakmış yerini. Savaşın değil de bir türlü kurulamamış bir barışın, daha doğrusu çatışmasızlığın yorgunu şehir. Savaş olmuş ama ölenlerin neye öldüğüne dair bir sebep yok ortada. Elle tutulur birşey kalmamış şehitliklerden başka. Bir de ara sıra karşınıza çıkan kurşun yarası almış delik deşik duvarlar. Şehir kopkoyu bir dumanın arkasına saklanmış, yılın bu vakti şiddetlenen yoğun sis, ucuz kömürden kaynaklı hava kirliliğiyle birleşince fantastik bir atmosfer çıkıyor, ama latif değil, gergin ve tedirgin bir hal. Ben buralardayken memleket KCK operasyonlarından yıkılmaktaydı. Binlerce tutsak, cezaevi kapılarında insanlar, bir sürü arkadaşım tutuklanmış, dalga gelip Boğaziçi'ne dayanmış, bölümden Şeyma'yı almışlar, fısıltı gazetesinde işaretli hocaların adları dolanıyor. Memlekete dönünce beni neyin beklediğini düşünür hald

Taziye Evinden Yazmak

Resim
Ancak üç gün sonra yazabiliyorum. Kırk yıldır, koca bir taziye evi olan Kürdistan'dan yazıyorum. Yazmak istemiyorum, toparlanamıyorum, ağzımı açmaya takatim yok ama gene de yazıyorum. Ne sükuttan ne de kelamdan ümidim kalmasa da "belki" diye yazıyorum işte. Tahir Elçi'nin ardından, cenazesinden, taziyesinden, Dört Ayaklı Minare'nin gölgesinden yazıyorum. Suriye sınırında, tek katlı bir gecekondunun avlusundayız. Güvercinler takla atıyor. Tekerli sandalyede, belden aşağısı felç, 20'li yaşlarında bir oğlan anlatıyor: "Onlar benim elim ayağımdı. Elimi ayağımı kaybettim patlamadan sonra". O, Suruç'tan geriye kalanlardan biri. Aniden bir telefon geliyor, mülakata ara veriyoruz. Cep telefonları açılıyor: "Tahir Elçi öldürüldü!". Donakalıyoruz. Ekipmanları toplayıp basıyoruz Diyarbekir'e, bir karın ağrısı, şakaklar zonkluyor. Sur'da sokağa çıkma yasağı ilan edilmiş, Dağkapı'da demir barikatlar, her köşe başında zırhlı

Kazananların Yalnızlığı, Kaybedenlerin Çokluğu

Gerçek kişi ve olaylarla hiçbir ilgisi yoktur, tamamen hayal mahsulüdür.  Gençtik. Lise yeni bitmiş, üniversite başlamıştı. ÖSS geriliminden kurtulmuş, aile cenderesi kısmen genişlemişti. Umudun peşinden koşma vaktiydi. Birlikte okuduk, tartıştık, hayal kurduk. Daha doğrusu kurduğumuzu zannettik beraberce. Hayatın realitesi ile hayalleri arasında herkes yaptı bir tercih. Bir yol yürüdü. Kimimiz kumar oynamayı seçti, kimimiz kazanacak ata oynadı. Okullar bitirildi, iş-güç sahibi olundu. Bir kız bulundu, evlenildi, çoluk çocuk. Herkes mutlu. Kalpli çerçeve, haftasonu kahvaltı, trileçe, IKEA, double date. Herkes mutlu gözüküyor yani. Resmi bozan birşey yok. Birileri var, o da biziz. İpsiz-sapsız, arıza çıkaran, huzuru bozan, ille muhalif, ille doğrucu, marjinal, ortama çağrılmayan, keyif kaçıran. Sorsan böyle ama sorulmayan da var. Dudak bükülen, tahfif edilen hayatımıza gıpta da edilmekte. Terk edilen hayallerin peşinde koşan, hem arzunun nesnesi hem nefretin. Kendi kaybetmeyi göze