Kayıtlar

fikir etiketine sahip yayınlar gösteriliyor

iki arada bir derece islamcılıklar

Gezi ve Mısır İslamcılığı yeniden düşünmek için yeni fırsatlar ve bağlamlar yarattı. Şüphesiz ki saf, tekil ve sabit doğruların olmadığı bir konjonktürden bahsediyoruz. Dolayısıyla saf ve tek doğru fantezisine kapılmadan yaşadığımız anın İslam'a ve bundan mürekkep İslamcılıklara ne söyleyip, vaad ettiğine bakmak kötü olmasa gerek. Gece Saraçhane meydanındayım. 5 bine yaklaşan bir kalabalık. Yan yana asılı dev Türkiye ve Mısır bayrakları. Mavi Marmaradan bu yana kitlesel eylemlerde sıkça görülen Türk bayrakları (Gezi'deki Kemal bayrakları gibi bu da aslında biraz bayrakçıların komplosu. Bununla beraber bayrakçıların varlığı da eylemlerin popülistleşmesin ve halk katılımı ile doğru orantılı) canlı yayın araçları, parkı gündüz gibi aydınlatan 10 kW projektörler. Hülasa biraz show, biraz coşku, epeyce 90'lar. Aslında bu mobilite spesifik olarak Ramazan'da Müs-Genç bakiyesi İMH'nin Genç Hareket ekibinin organizasyonun tabanına yaslanıyor. Parkın etrafındaki yoğun ar...

Babamın Cesetleri

Babamın Cesetleri from KREK on Vimeo . Tiyatro orucumuzda iftar vakti. Berkun Oya'nın Türkiye tiyatrosunun bir tür Haneke'si olduğu düşünmeye başladım. Her oyununda aile, sınıf, insan meselesini tasfiye eden, masumiyeti yok eden, suçumuzu yüzümüze vuran bir adam. Bu cihetiyle de kıymeti büyük. Cesur ve dürüst. Babamın Cesetleri'nin hikayesi savaş fotoğrafçısı baba, yönetmen olmaya çalışan abi, makina mümessili erkek kardeş, mutsuz karısı ve zorlu bir anneden ibaret.  Yönetmenlik sancıları, bir filimi çekememiş olmak dramı haliyle bize koydu biraz. Makinacı kardeşin mülkiyet fantezileri, sahip olmak isteyip de gıpta ettikleri bu tabloyu dengeliyor. Bu adamların mutsuzlukları, cinsel ilişkileri ise ortak sayılır. Savaş fotoğrafçılığı anlatısı başarılı. Şerif Erol'un tiradı efsane. Berkun Oya iyi bir diyalog yazarı olduğu kadar monolog sanatkarı da. Savaş fotoğrafçılığıyla son yirmi yılın tüm ahlak, insanlık ve görsellik tartışmalarını da bir çırpıda tasfiye...

Kaza ve Kadere İman

Resim
  Her maden kazasından sonra siyasetçilerin, sorumluların, işverenin muhakkak telaffuz ettiği bir kelime vardır; “Kader”. Yaşanan ölümlerin“kaza” olarak adlandırılması kadar, vakanın “kader” kavramıyla açıklanması da , sekülerlik iddiasındaki siyasal ve iktisadi bir rejim açısından manidar olsa gerek. Rızanın ancak bu şekilde üretilebiliyor oluşu, işçilerin, halkın ancak bu dil ile sistemin vaadine ikna edilebilmesi, İslami kodların bu toprakların siyasasındaki işlevine, dolaşımına ve kullanım biçimlerine dair önemli ipuçları vermektedir. İslam itikadında hayat ve ölüm irade kavramıyla açıklanır. İrade ise ikiye ayrılır, külli irade yani Allah’a has ve mahsus olan kudret, tüm yaratılmışlara ve kainata dair mutlak kuvvet; bir de cüzi irade yani yaratılmışın, kulun, mümin öznenin kendi tercih ve takdiriyle şekillenen fiillerdir. Maden ölümlerinden itikad bahsine nerden sıçradık diye sormayın. Zira mevzu tam da bir itikad meselesi etrafında dönüyor.   Modernizm duygu ...

tasarım bienali

iksv tasarıma da el attığında heyecanlandıydım. iki yıl boyunca birsürü toplantı ve etkinlik yapıldı, starlar getirildi, hazırlık çalıştayları düzenlendi. bienal geldi çattı. giderayak bileti de yakmadan nihayet görebildik. tabii sadece adhokrasi ve musibet sergilerini, şehrin binbir yanına dağılmış etkinlikleri takip etmek biraz zor. sergilerden edindiğim intiba üzeribe üçbeş kelam edeyim, bu da cumartesi hatıramız olsun. musibet sergisi, ağırlıkla kentsel dönüşüm ve müdahaleler ekseninde kurgulanmış bir sergi. tasarımın şehir planlaması boyutunu ele almış ve katılım mekanizmalarını sorgulamış. bence mesele tasarımı tartışmak için epey alengirli, tarihsiz bir yerden konuşabilecek bir mevzu da değil, ki sergi böyle. janjanlı, hit işler var. neoliberalizm-akp ilişkisini mahyaya indirgeyen süper devyolcu kafalarda zekilikler, sulukule ağıtları, çirkin kent edebiyatı, hafriyat manzaraları var. fakat hiçbiri niye halkımın kasımpaşasında değil, niye benim milletim güle oynaya TOKİye koşu...

mezopotamya ekspresi

Resim
kitabı daha biyografi bir metin beklentisiyle alıp okudum. fakat açıkçası metin çandar'ın hakkındaki andıçlamaya dair uzun bir siyasi savunma olarak yazılmış. biyografik birikimini de burada avantaja çeviren çandar, metni bir hatıra şeklinde sunsa da pek çok detay metnin temel meselesini ortaya koyuyor. çandar'ın "eleman" olduğuna dair iddialar için de çok malzeme var. PDA kökeni, özal danışmanlığı, bilimum kritik görüşmedeki kilik fonksiyonu her komplocu zihnin ağzını sulandıracak cinsten. metindeki ciddi bir özal vurgusu var. güney kürdistan'la ilk ilişkilerin kurulması ve TC'nin yönetim paradigmasının değişimi meselesi önemli. dolayısıyla 10 senelik AKP devrimini aslında ölü doğan özal projesinin tamamlanması olarak da görmek mümkün. darbenin başbakanı olarak gelip dönüştürücü bir güce dönüşümü de enteresan. özellikle köşke çıkışından itibaren demirel'e ve orduya rağmen üstlendiği rol ve son süreçte kürt meselesinin çözümünde nerdeyse canı pahas...

uzun bir sonbaharın ardından: mukaddime

geçen sene bu zamanlardı. bosna'daydım. sonbaharın habercisiydi. hisar'da, talebelik hayatında, süregiden tempomda. hakikaten de öyle oldu. uzun bir fade-out dönemi yaşadım. genel olarak kasvetsiz ve huzurluydu. döndükten sonra da aşağı-yukarı bu haleti ruhiye sürdü. hatta bir kavle nazaran bu durum dönemeyişime dalalet imiş. şimdi mevsimlerden güz, ışa dönmede. artık, muhasebe vakti. bizim icin hissiyatla, teessürle, tefekkürle dolu, ziyadesiyle kırılgan bir fasıl olacagğa benziyor. çok şey yaptık, bir o kadarını da yapamadık. şahitliklerimiz ve şehadet edemediklerimizle, ses yükselttiklerimiz ve ses çıkaramadıklarımızla, ayagğa kalktıklarımızla ve yere kapaklandıklarımızla bir sürü şey, an. lisedeyken, dünyanın, memleketin pek de oöyle ufakken, çocukken anladığımız bildiğimiz türden bir müslümanlıkla, islamla, dincilikle dönmeyeceğini fark ettiydim. bu fark'ın yarası derindir. başka bir yol, yordam macerası, başkalıklar arayışı bizi uzun, ince, garib bir yola soktu. ...

hatırlayacak birileri; hatırlatacak

deniz'e, alperen'e, dostlara ... -genco gelir gelmez, hatta daha    gelmezden önce aradı,    "abi  'araf'a gidiyor muyuz?"       biraz hemşericilik, biraz sanatseverlik         ve çokça da dinmez bir merak ve iştiyakla...- deniz'le gitmezden evvel konusuyorduk, 'nasil bir ahlak?' diye. benim buna dair büyük cümlelerim olmadı, bir soykütüğüm. ama iyi kötü nerede hata yapıp, nasıl yanlıştan dönülebileceğine dair bir tecrübe var. mesela bi yönetmen kötü bi film yaparsa, kim onu uyarır, kim ona bu olmamış der, çeki düzen verir? o mekanizma, insanı dürtüp kendine getirecek, sapaktan patikaya döndürecek şey nedir? münkerden nehy, marufa emr kılacak. lisedeyken iyi film seyrederdim. ama genelde yalnız giderdim. pek de sosyal bir genç değildim. kemal'le zeyd'den bir de birkaç arka sıralıdan başa okulda pek de tanıdığım yoktu. olanları da ikna ve organize edecek, tutup abidik gubidik festival filml...

orhan pamuk akıllı olsun mu?

Resim
genconun uyarısını dikkate almakla beraber, bunca yıl yanına yanaşmadığım, en azından trendy olmadığı bir zamanı kolladığım için suçumu hafifletebilirim sanırım. açık konuşayım, ben orhan pamuk'u sevdim. son vakanın ardından iyice sevdim. sıcak yazı da geçirdik bir şekilde. rüzgarlar başlarken belki bir özet geçsek fena olmaz düşüncesindeyim. doğu-batı deniz self-oryantalizm de dedi, ki doğrudur da. nihayetinde her yerliciliğin sonunda değeceği, varacağı makus talih. yine de pamuk bizim pozisyonumuzla batılının pozisyonunu, bu kategorilerin herşeye rağmen dirliklerini varlıklarını, aradaki gerilimi, cereyanda kalan bizleri derd ve mesele ediniyor. bu önemli birşey. yıllarca festivalde yönetmenin adı müslüman diye gittiğimiz onca kötü filme "ne diye" gittiğimizle aynı yere karşılık gelen şeyler bunlar. işin iyi tarafı pamuk bu gerilimle nasıl yüzleşeceğimiz, iyi-kötü nasıl başa çıkacağımızı da deneyimsel bir bakışla, hal diliyle anlatıyor. III. cumhuriyet ve ke...

bir kapıdan gireceksin

Resim
film seyretmekle, filmi okumak arasında bir fark var. bu fark film medyası ile kurduğumuz ilişki etrafında şekillenen iki ayrı kulvara işaret ediyor. filmeleştirisi ile "film studies" arasındaki fark bu. nedense film çalışmalarıyla aramda hep bir mesafe olmuştur. filmlere benim hissettiğim, gördüğüm, etkilendiğim gibi bakmayan, onları birtakım referanslarla, teorilerle, tarihlerle ve tarihyazımlarıyla konuşturarak, çarpıştırarak okuyan, filmleri adeta metinler gibi işleyen bu insanlarla, benim film edimim arasında nasıl bir fark var? kabaca bu duygu ile fikir arasında yüzeysel bir ayrıma indirgenebilir mi? kitabı okurken bu aklıma gelen sorulardan biriydi.  Bu Kabuslar Neden Cemil ,  Mazi Kabrinin Hortlakları   adlı çalışmalarından aşina olduğumuz umut tümay arslan türkiye'de sinema endüstrisinin ve fikir dünyasının en zayıf dallarından biri olan film çalışmaları damarında üreten az sayıda kalemden biri. türkiyede olmayan film teorisini, biraz sosyal teoriden...

Sürgünlerini Budayan Çınar

Mehmet Efe'nin 26 Ekim 1996'da Bursa Milli Gençlik Vakfı'nın davetiyle yaptığı bu konuşmasını Ülke dergisinin 3 Kasım 1996 tarihli 22. sayısındaki bir haber metnindeki orjinal ifadelerinden derledim. Konuşma metninin tamamı malesef elimizde yok. Haberi yazan arkadaşın konuşmayı bir ses kaydından deşifre ettiğini söylemişti Efe, fakat bu kayda ulaşabilmiş değiliz. Şimdiye ve bize de konuştuğunu düşündüğüm bu metni, yazarından, döneminden bağımsız olarak okunması ve tartışılması temennisiyle buraya koymak istedim. ...Sayısız müslüman vakfın tabelalarının yükseldiği Fatih'te,  Çarşamba Pazarı'nın bitiminde yüzlerce kadın, yerlere atılmış çürük sebzeleri toplarken, ahlaksızlık ve adaletsizlik almış başını giderken, gelecek korkusu altmış milyonun boynunu bükerken, insanlar hastanelerde, adliyerlerde, karakollarda rezil kepaze edilirken, kullarla Allah arasında dikilmiş ve yeryüzünü fitneye fesada acı ve umutsuzluğa boğan şeytan uygarlığı egemenliğini evrensel...

niye yazıyorum?

Resim
blog yazıyorum diye de düzeltilebilir aslında. ama sanırım mail gruplarındaki muhaberatı, kısa politik söylevleri, sağa-sola sataşmaları bir tarafa bırakırsak yegane yazma eylemim burası. ödev yapmayı bir yazma eylemi olarak görmüyorum tabii. biraz da yazmak kendin içindir ya zaten. hikaye de burdan çıkıyor, kendine yazmak, kendi kendine konuşmak, dertleşmek. terapi değil. daha ziyade not defteri ile günce arasında düşünülmeli. zira elyazısı ilkokuldan beri sevmediğim birşeydir. hem solaklıktan, hem bileğim ağrıdığından. onun için klavye iyi, bir de işte mecra meselesi. ama bu mecra bir "kime?"ye akmıyor. olsa olsa "başkaları için mi?" diye sorulabılır, "için yani. kısaca da değil. büyük anlatının çok peşinde değilim. ama yine emr/nehy diyalektiğine hala gönül veriyorum. insanlara değip değmeyeceğine dahir şüphemi korusam da, bir umuttur diyerek söz etmekten çekinmiyorum. şahitliktir, mesuliyettir deyip gor gor konuşuyoruz, yani yazıyoruz. ama ondan, ötesi...

90'lar ruhu nedir?

Resim
bu ezgiyi ninni gibi dinlediğimi hatırlıyorum. aqra fm'li yıllardı. pederin suud'da inşaatlarda çalışırken getirdiği, dil kasetlerini dinlediği emektar pioneer teypten gelen biraz cızırtılı biraz billuri bir sesti bu. bir takım seslerin açığa fışkırdığı, bir takımınınsa tüm şiddetle bastırıldığı vakitler. plak hışırtısı değil, kaset cızırtısı yani. bu müziklerin hikayesi de, müzikalite itibariyle tüm perişanlıklarına karşın, biraz bu nahif, kırılgan, tüm cihadkarlığına karşın aslında masum o tondur yani. dönemine, kuşağına, tüm ihanetkarlıklarına karşın, ruhuna bin selam. babama da.

ramazan sıkıntısı

Resim
aslında mayıs olacaktı, ama mayısta genelde sıkıntıdan ziyade yorgun olurum. yetişecek tonla şey olur, bitmez, kaçar, pestil olursun. ama temmuz sıcağında hakkaten de sıkıldık. ramazan da sıktı yani. kimsenin oruç felan tuttuğu yok. iftar menüsü, belediye eğlencesi, tv magazini. oruç kafası. hiçbişi anlamadım yani. *** bu ara epey ev hayali kuruyorum. ne olamadıysak o, biraz da arzular, iştiha belki. en son raylı dolap mekanizması kuruyordum kafamda. bağcılarda ev kirası bakıyordum. abuk-sabuk şeyler. olamamışlıklarımız yani. sıkıntılarımız. millet evleniyo gibi, belki onun gazı. ya da bitmeyen dramlarımız. ama sonuçta hayal nihayetinde. *** ev'lenme işinin inanılmaz sınıfsal bir komplekse dönüşmesi, insanların kendilerini "daha iyi"ye layık görmesi, standartlarının olması, onlara köle olması felan. yorucu. alayı haneke filmi gibi. şaşırtıcı olan ağzı süt kokan bizimkilerin on senede nasıl buraya gelmesi. daha dün basride ciğer yer, çorluluda çay içerdik be. kadı...

BuCümle özgür çıkıyor!

Resim
BuCümle özgür çıkıyor! -II No’lu Bildiri- İslamcı Gençlik olarak, Boğaziçili Müslüman öğrencilerin yayın organı BuCümle Dergisi üzerindeki himayenin vesayete dönüştüğü noktada bir çağrıda bulunduk. Sesimiz, sözümüz hür olsun, gür çıksın istedik. BuCümle ekibi sözüne sahip çıktı; “biz kelimelerin özgürlüğüne inanıyoruz” diyerek derginin son sayısını “SonCümle” adıyla, BYV’den bağımsız olarak internet ortamında yayımladı. Bu yayımın tüm niyet ve söyleminden bağımsız olarak önemli bir huruç olduğunu, derin bir yarılma yarattığını düşünüyoruz. Çağrımızın ardından maruz kaldığımız ve ziyadesiyle aşina olduğumuz biz İslamcı Gençlik’e yönelik spekülasyonlar, hakaretler, yıpratma ve itibarsızlaştırma çabaları gelinen noktada BYV’nin ve BuCümle ekibinin yazılı beyanları ve derginin BYV’den bağımsız olarak yayımlanmasıyla değerini yitirmiş, hakikat bir kez daha apaçık bir şekilde zuhur etmiştir. Bu noktada bizler sözümüzün arkasındayız, itham sahiplerini de iddialarıyla başbaşa bırakıyo...

hesaplaşmanın imkanı

-öncelikle baştan şunu belirtelim. bu yazı belirli bir topluluğun, kurumsal niteliği olmayan bir cemaatin deneyimleri ve hafızası ışığında yaşadığımız toplumsal ve siyasal duruma dair bir eleştiri üretme iddiasını taşıyor. iktibas ettiğim yazıya ve yazdığım eleştiriye konu olan faillerin otobiyografilerini, ilişkilerini, tavır ve tutumları burada malzeme etsek de nihayetinde şahsi ve muhterem olana saygımızı da yitirmemeye gayret edeceğim. mahremiyetin sınırları ile umumi ve toplumsal olanın başlangıç noktası ayrımı giderek daha geçişken ve belirli siyasal müzakerelere mevzu bir hal alsa da, yürütmekte olduğumuz tartışmaya halel getirmemek adına bu yazıda birilerinden bahsedeceğim ama "birileri"nden bahsetmeyeceğim. sütten ağzımız epey yandı, ondan. ayşe teyze yahut başka teyzeler, okurlar, arkadaşlar belki bu çıkarımlarımı abartılı veya fazla politize bulabilir. yine de kendi okumamı, tevil ve tefsirimi beyanda bir sakınca görmüyorum. belirli bir mahremiyeti ihlal ettiğim ...

gurur ve utanç: masumiyeti yitirmeye dair

Resim
orhan pamuk biraz yol azığım oldu galiba. kara kitap'ı rwanda'da bitirdiydil geçen yaz. musmiyet müzesini de bir sene nadasa bıraktıktan sonra gewaşta hasat ettik. sette başladım, uçakta dönüşte bitirdim, epeyi de kaptırdım. latif aktı. ziyadesiyle etkisindeyim halen. bu bir aşk romanı. benim pek de telaffuz edemediğim bir şey'e dair yani. hikayesi ise bizim hikayemiz. bu kadar kendimi kaptırmam da ondan. pamuk heme her romanında yaptığı gibi, gayet amerikalı bir üslupla tez cümlesini inanılmaz bir işçilikle birkaçbin defa tekrarlayarak, onu başka meselelerle konuşturarak baya iyi iş çıkarmış, filmin, pardon kitabın meselesi özetle 70'lerin ikinci yarısında, İstanbullu burjuvazinin arasında serbest ilişkinin nasıl bir modernlik emaresi olarak görüldüğüne ve fakat nihayetinde bu modernliğin taliplerinin bu açıkfikirliliği hiç de öyle sürdüremediklerine dair. bir özgürlük, batılılık, muasırlık alameti olarak bekaretten vazgeçişin yahut onun itibarsızlaştırılmas...