iki arada bir derece islamcılıklar

Gezi ve Mısır İslamcılığı yeniden düşünmek için yeni fırsatlar ve bağlamlar yarattı. Şüphesiz ki saf, tekil ve sabit doğruların olmadığı bir konjonktürden bahsediyoruz. Dolayısıyla saf ve tek doğru fantezisine kapılmadan yaşadığımız anın İslam'a ve bundan mürekkep İslamcılıklara ne söyleyip, vaad ettiğine bakmak kötü olmasa gerek.

Gece Saraçhane meydanındayım. 5 bine yaklaşan bir kalabalık. Yan yana asılı dev Türkiye ve Mısır bayrakları. Mavi Marmaradan bu yana kitlesel eylemlerde sıkça görülen Türk bayrakları (Gezi'deki Kemal bayrakları gibi bu da aslında biraz bayrakçıların komplosu. Bununla beraber bayrakçıların varlığı da eylemlerin popülistleşmesin ve halk katılımı ile doğru orantılı) canlı yayın araçları, parkı gündüz gibi aydınlatan 10 kW projektörler. Hülasa biraz show, biraz coşku, epeyce 90'lar.

Aslında bu mobilite spesifik olarak Ramazan'da Müs-Genç bakiyesi İMH'nin Genç Hareket ekibinin organizasyonun tabanına yaslanıyor. Parkın etrafındaki yoğun araç parklanması, Başakşehir civarından toplaşıp gelen tabanın varlığına delalet. İHH altyapıyı kuruyor, Özgür-Der'e de goygoyculuk ve gaz verme düşüyor. Görünen o ki bu kombinasyon fena iş yapmıyor. Tabi 20 milyonluk İstanbul, siyasal iktidar ve ikballe örtüşen bir konjonktür için utanç verici bir oran ortada. Neyse çok takılmıyoruz. İslamcılar politik mobilizasyonlarını, siyasal iktidara ihaleye çıkaralı, gönüllü bir terk edişle sokaklardan çekileli neredeyse 15 yıl oldu. Bu tarihi not düşelim.

Mısır'da ise bambaşka bir tarih var. İhvan'ın küresel sistemle izdivaç girişimleri, Ordu tarafından akamete uğradı. Artık sistem mi Mursi'yi kustu yoksa Ordu mu durumdan vazife çıkardı orası meçhul. İşin sonunda Sisi'nin de kellesinin gideceği aşikar, bununla beraber İhvan'ın bu kadar kanlı bir son beklemediği de açık. Öte yandan sergilenen direniş de akıl sınırlarını zorlayan cinsten. Şu devirde sivil direniş konusunda böyle bir performansı pek az gördük. Tabi bunun bedeli oldukça ağır. Muhakkak olan bu bedelin kendi hafızasını ve siyasasını yaratacağı.

Mısır ile Türkiye'nin farklı tarihleri aslında burada kesişmiyor. Fakat Türkiye'de mevcut siyasal iktidarın tarihyazımı içeriden-dışarıya bu tarihi yeniden yazıyor ve kendi anlatısına dayanak haline getiriyor. 28 Şubat'ta İslamcıların ödemekten kaçındıkları bedel Mısır'dan devşirilirken, "başarısız bir darbe" olarak Gezi'de Müslüman halkın maruz kalmadığı şiddet ve yarat(ma)dığı hafıza Mısır medyasındaki katliam görselleriyle inşa edilebiliyor.

Bu içiçe geçen tarihyazımları, ödünç alınan hafızalar ve seküler şiddetin bedenlerde cisimleşen hatıraları  aslında söylem itibariyle eski ve demode fakat pratik itibariyle yeni bir tür İslamcılıkları da çağırıyor. Saraçhane'deki kitlenin 90'lardan fırlamış olması, fakat aradan geçen 20 yılı neredeyse hiçe sayan, olma-"mış gibi yapan" jesti ve tarihyazımı bu siyaseti "yeni" kılan şey.

Feyza Akınerdem yerinde eleştiri ve ikazıyla "Türkiye müslümanları ömürleri boyunca Batı'yı konuştuklarının yarısı kadar "devlet"i konuşsalardı bugün daha farklı bir iktidar olurdu." diyor. AKP tecrübesinin siyasal ve entelektüel bagajımıza yaptığı yegane katkı, iktidar yahut devlet cüzü adamakıllı tartışılmadan İslamcılığın tehlikeli ve kof bir fanteziden ibaret olacağıydı. Buna ekonomi-politik bahsini de parti tavrıyla ben düşeyim.

AKP'nin "göreli" ittifak, reform ve manevralarla Türkiyeli Müslüman toplumu özgürleştir-miş gibi durması, bilhassa referandumdan sonra gerek popüler siyasal söyleminde, gerek politik icraatlarında İslami ton ve formlara yer vermesi (balkon konuşmalarından okullarda din derslerine, içki yasaklarından      cami inşaatlarına) 2000'lerin ilk yarısına hakim, AB eksenli liberal iyimserliği hızla törpüledi. Yerini İslamcılığın, daha doğrusu bu tartışmada siyasal İslam'ın popülist argüman ve söylemlerinin bolca dolaşıma girdiği bir ortama bıraktı.

AKP'nin devşirme liberallerinin ciddi bir kısmı (Taraf'giller kısaca) bu noktada çatlayan ittifakı terk ederek yahut tasfiye edilelerek mahallelerine rücu ederken, sağ kanada yakın konumlanan (Oğur'giller ve şürekaı) yeni düzenin propaganda ve dezenformasyon aygıtını üstlendiler. Bunun kristalizasyonunu sevgili köşekadımız Hilal Kaplan üzerinden okuyabiliriz. Hrant ağıtlarıyla Taraf gastesinde kariyerine başlayan Kaplan'ın yeni düzende geldiği nokta Yenişafak'ta ağzında eğreti duran bir jargonla neredeyse Kenan Alpay (Rıdvan Kaya bile diyemiyorum) ayarında İslam(cılıklar) güzellemesi yazıyor oluşudur. Bu shifti düşünmek, bize Kaplan'ın kişisel kariyerinden ve şahsiyetinden bağımsız olarak bir düzenin temsilleri ve ipuçları hakkında verimli bir tasvir sunabilir.

AKP iktidarı, getirdiği göreli özgürlük ve genel itibariyle fake fakat kimi sembolik momentlerde son derece samimi (One minute, Somali, ekmek israfı kampanyası) jestlerle İslamcılığı en geniş ve popüler anlamıyla bir resmi ideoloji haline dönüştürürken, dile gelen ve vücud bulan bu "şey"lerin İslamcılığın tahayyül, talep ve telifiyle alakasını tekrar düşünmek elzem.

Tam da bu noktada söylem, temsil ve sembollerin muğlak ve boşgösteren dünyasından sakallı amcamız, üstadımızın bize bahşettiği sosyal bilimlerin en rahatlatıcı ve kafa açıcı eleştiri kategorisinin diline zıplayabiliriz. AKP'nin icra ettiği neoliberal ekonomi politikalarının bizi getirip eklemlediği yer küresel düzende, Gezi'deki kimi manipülatif dış hamlelerden görüleceği üzere çok da emin bir nokta değil.
Hal böyle iken bu meydanlar AKP muhibbanına, eski (93' model) ve yeni (post-referandum) yeni bi siyasayı açabilir mi?

İktidarı eleştirel bir kategori olarak gündeme getirmeden, ekonomi-politiği tartışmaya açmadan bu imkansız. Zira AKP'nin seleflerinin başaramadığını yaparak son derece muhkem bir şekilde tesis ettiği kapitalist kalkınma doruk noktasındayken bu üretim ilişkileri içerisinde böyle bir toplumsal mobilizasyon adeta imkansız. Zaten Mavi Marmara ve Mısır meselesinin hatta kısmen Suriye'nin ayyuka çıkmasının nedeni de biraz bu.

Zira Türkiyeli İslamcılar için, iktidar olmazdan da evvel dış siyaset, ümmetçi enternasyonalizm hem İslamcı siyasal tahayyülün somutlaşabildiği bir siyasal evren, hem de iç politikadar bedel ödemeyi gerektiren, büzzük isteyen hamlelerden kaçınılabilecek politik bir strateji idi. Taş atan Filistinli çocuğa methiyeler düzerken, hem Kemal demeden Kemalist rejime, "tağut"lara saydırmış olurdunuz, hem taş vs tank sembolizmiyle ezilen edebiyatının dibine vururdunuz, hem de hemen yanınızdaki Kürt meselesinde ne devletin ne PKK'nin yanında saf tutmak zorunda kalmadan meseleden bigane kalırdınız.

Bu kolaycılık AKP döneminde de pek güzel işledi, fakat bir fark ile; işte zurnayı zırt ettiren de bu. Zira AKP döneminde benimsenen dış politikanın şaşırtıcı ve şaşırtıcı olmayan bir biçimde ABD dış politikasıyla örtüştüğü bir gerçek. Hal böyle iken Somali'ye uzanan yardım elinin, Suriye'de dökülen gözyaşının, Mısır'la dayanışmanın bu politik hesaplardan en azından hükümet nezdinde bağımsız olduğunu düşünmek için naiflik sınırlarını zorlamak icab eder.

Meseleyi giriftleştiren tam da bu nahiflik, zira siyasetin duygular üzerinden icra edildiği bir konjonktürde, herkesin her vakada birbirini tutarlılık değil "samimiyet" testlerinden geçirdiği,  ahlak değil "vicdan" üzerinden yargıladığı bir ortamda hükümet politikaları ve politik hesaplarla belirli bir takım toplumsal ve duygusal reflekslerin örtüştüğü politik performanslar üstüne konuşmak için zor momentler.

Saraçhane'ye toplanan on binler gerçekten Mısır'a bakıyorlar, Adeviyye'ye dönük yüzleri. Fakat bedel ödemekten uzak, bunu bir politikaya dönüştürmekten ayrılar. "Yedirmeyiz" derken aslında biraz da başbakanı kastediyorlar. Zaten tam da bu momentte meselenin dışarıdan-içeriye tasarımı zuhur ediyor. Arada "Recep Tayyip Erdoğan" sloganları dahi yükselebiliyor. Peki bu kadar kan akarken akil ve salim bir bakışla failiyetlerimizi gözden geçirmek mümkün olabilir mi, ihtimal dahline girer mi?

İslamcılık, siyasal iktidarın resmi ideolojisi olmaktan çıkamadığı, tekrardan "atalar dini" ve bu sefer Kemalizm ile değil (haksözcüler gebersin) kendi ürünleri olan neo-Kemalizm ile hesaplaşmadığı müddetçe bu darboğazı atlatamayacak. Tahayyülü, vaadi ve teklifi olan bir ideoloji olması için hegemonik bağlarını gözden geçirmesi elzem. Meydanlar bunun zemini olabilir mi, beraberce göreceğiz .

Yorumlar

denizduruiz dedi ki…
Pek güzel demişin, kalemine sağlık. bi de çeşitli İslamcılıkların cinsiyet ve kadın meselelerine bakışıyla AKP'nin neo-Kemalizminin cinsiyet ve kadın meseleleri/politikalarına bakışı üzerine de yazsan da biz de cahil ölmesek... Ya da öyle ısmarlama yazı yazmıyoruz bacım diyosan kitap önersen diyorum, olmaz mı?
hanzalan dedi ki…
estagfurullah denizim. bi kere bana pek düşmez herhalde, Burcu kızar sora, bana cinsiyetçisin felan der. malesef bu meselelerin tarihi ve antropolojisi türkiyede pek yazılmıyor sanırım. İslamcı teyzeler bu konuda temkinden öldükleri için maksimum internet gazetesi röportajıyla iktifa ediyorlar (Cihan Aktaş, Yıldız Ramazanoğlu, Hidayet Tuksal, Fatma Bostan Ünsal ve kimi köşeyazılarında Ayşe Böhürler) zaten pek feminist İslamcı erkek görmedim (Şüheyb Öğit quir imiş deyolar)
bununla beraber ben tanıdığım Kadın arkadaşlarımın ciddi bir kısmının bu sürecin tanığı ve tartışmacısı olduklarını düşünüyor ve topu onlara atıyorum, @zfeyza mamoste başta olmak üzere. onlara kulak verelim, onlardan dinleyelim derim

Bu blogdaki popüler yayınlar

Eylül

Hakikati söylemek, toplumu savunmak

düğün ve nikahlara neden icabet etmiyorum