Kayıtlar

2015 tarihine ait yayınlar gösteriliyor

Sislerin İçinde

Resim
Saraybosna'ya en son 2011 kışında gelmiştim, gene bu vakitlerdi. Neredeyse beş yıl olmuş. Şehir epey yorgun, o zaman ki zindelik daha bir perişanlığa bırakmış yerini. Savaşın değil de bir türlü kurulamamış bir barışın, daha doğrusu çatışmasızlığın yorgunu şehir. Savaş olmuş ama ölenlerin neye öldüğüne dair bir sebep yok ortada. Elle tutulur birşey kalmamış şehitliklerden başka. Bir de ara sıra karşınıza çıkan kurşun yarası almış delik deşik duvarlar. Şehir kopkoyu bir dumanın arkasına saklanmış, yılın bu vakti şiddetlenen yoğun sis, ucuz kömürden kaynaklı hava kirliliğiyle birleşince fantastik bir atmosfer çıkıyor, ama latif değil, gergin ve tedirgin bir hal. Ben buralardayken memleket KCK operasyonlarından yıkılmaktaydı. Binlerce tutsak, cezaevi kapılarında insanlar, bir sürü arkadaşım tutuklanmış, dalga gelip Boğaziçi'ne dayanmış, bölümden Şeyma'yı almışlar, fısıltı gazetesinde işaretli hocaların adları dolanıyor. Memlekete dönünce beni neyin beklediğini düşünür hald

Taziye Evinden Yazmak

Resim
Ancak üç gün sonra yazabiliyorum. Kırk yıldır, koca bir taziye evi olan Kürdistan'dan yazıyorum. Yazmak istemiyorum, toparlanamıyorum, ağzımı açmaya takatim yok ama gene de yazıyorum. Ne sükuttan ne de kelamdan ümidim kalmasa da "belki" diye yazıyorum işte. Tahir Elçi'nin ardından, cenazesinden, taziyesinden, Dört Ayaklı Minare'nin gölgesinden yazıyorum. Suriye sınırında, tek katlı bir gecekondunun avlusundayız. Güvercinler takla atıyor. Tekerli sandalyede, belden aşağısı felç, 20'li yaşlarında bir oğlan anlatıyor: "Onlar benim elim ayağımdı. Elimi ayağımı kaybettim patlamadan sonra". O, Suruç'tan geriye kalanlardan biri. Aniden bir telefon geliyor, mülakata ara veriyoruz. Cep telefonları açılıyor: "Tahir Elçi öldürüldü!". Donakalıyoruz. Ekipmanları toplayıp basıyoruz Diyarbekir'e, bir karın ağrısı, şakaklar zonkluyor. Sur'da sokağa çıkma yasağı ilan edilmiş, Dağkapı'da demir barikatlar, her köşe başında zırhlı

Kazananların Yalnızlığı, Kaybedenlerin Çokluğu

Gerçek kişi ve olaylarla hiçbir ilgisi yoktur, tamamen hayal mahsulüdür.  Gençtik. Lise yeni bitmiş, üniversite başlamıştı. ÖSS geriliminden kurtulmuş, aile cenderesi kısmen genişlemişti. Umudun peşinden koşma vaktiydi. Birlikte okuduk, tartıştık, hayal kurduk. Daha doğrusu kurduğumuzu zannettik beraberce. Hayatın realitesi ile hayalleri arasında herkes yaptı bir tercih. Bir yol yürüdü. Kimimiz kumar oynamayı seçti, kimimiz kazanacak ata oynadı. Okullar bitirildi, iş-güç sahibi olundu. Bir kız bulundu, evlenildi, çoluk çocuk. Herkes mutlu. Kalpli çerçeve, haftasonu kahvaltı, trileçe, IKEA, double date. Herkes mutlu gözüküyor yani. Resmi bozan birşey yok. Birileri var, o da biziz. İpsiz-sapsız, arıza çıkaran, huzuru bozan, ille muhalif, ille doğrucu, marjinal, ortama çağrılmayan, keyif kaçıran. Sorsan böyle ama sorulmayan da var. Dudak bükülen, tahfif edilen hayatımıza gıpta da edilmekte. Terk edilen hayallerin peşinde koşan, hem arzunun nesnesi hem nefretin. Kendi kaybetmeyi göze

Ülke'ye Gitmek

Bu blogun aktif yayın hayatı, 2011 güzüne rastlar. Saraybosna'da çalıştığım ve yaşadığım o unutulmaz altı ayın meyvelerinden biriydi. Hem bir günce, hem bir haber kaynağı, hem de akıl defteri. Bir gurbet halinin, uzaklaşmanın, arayı açmanın, biraz da yalnız, bir başına kalmanın, hesaplaşmanın ve muhasebenin bir mecraı olmuştu. Aradan dört yıl geçti. Okul bitti, işe girdim çıktım. Bişeyler yaptım ve birsürü şey de yapamadım. Yurtdışı başvuruları pek yüzümüze gülmedi, İstanbul'da, piyasada pek tutunamadık. O vakitler kabullenemediğimiz şeyin artık yasını tutar hale geldik; İslamcılık öldü, ümmet parçalandı, biz sahipsiz kaldık. Sahipsizliğimize kucak açan, umudu olmasa da kederi paylaşabildiğimiz dostlar olmasa bu vakitler de geçmez idi. Ev-bark, iş-güç derken bir baltaya sap olma hal ve hayalleriyle ilgili son ihtimali de tükettik. Üç yıllık macera, tasfiye ile sonuçlandı. Pederin tabiriyle tul-i emel, sükut-u hayal getirdi. İlk ayrılışımızın sonrasında, bir parça hava almak,

Kimin Cumhuriyeti, Kimin Bayramı?

Çocukluğumda hiç şapka takmadım. İster yaz olsun ister kış, İskilipli Atıf Hoca'nın "frenk mukallitliği" addedip bir risale dahi kaleme aldığı şapka, yahut pederin tabiriyle "şemsi siperli serpuş" 40 C sıcağın altında dahi kafama geçirdiğim bir şey olmadı. Sıcağa dayanabildiğimden değil, bir hatıraya hürmetten, bir davaya olan bağlılıktandı bu. Gene pederin tabiriyle "Bizim Cumhuriyetle kan davamız var" idi. O bizim kanımızı almış, ulemamızı asmış idi. Onunla barışmak, hesaplaşmak ancak kan ile olurdu. Onun sembol ve remizlerini benimsemek ise teklif dahi edilemezdi. M. Kemal'in hayırla anılmadığı, resmi bayramların gündemde dahi olmadığı, hülasa rejimin kutsallarıyla savaşım halinde olan bir evde büyüdüm. İstisna da değildi, 80'lerin sonu, 90'ların başında İslamcı ailelerin evlerinde manzara aşağı yukarı aynıydı. Tavır netti, bunun bedelini de en çok çocuklar öder, resmi eğitim sisteminin sıkıntılarıyla cebelleşirlerdi. Başörtüsü yasağına

Bir Kez Daha: İslamcı Pragmatizmin İflası

Türkiye Kürdistan'dan Lazona'ya devasa bir taziye evi, memleketin dört bir yanında cenazeler toprağa veriliyor ve sevdiklerini, yakınlarını kaybedenler hep bir ağızdan haykırıyorlar; "Katil Erdoğan". Çok tuhaf, çok trajik. Erdoğan, Evren'in, Demirel'in, Çiller'in hatta Mustafa Kemal'in yahut Menderes'in yapmadığı neyi yapmış, başarmış olabilir ki bu sıfatı hak etsin? Daha doğrusu, insanlara ne oluyor, canları nasıl yanıyor ki Türkiye siyasi tarihinde -benim bildiğim kadarıyla- hiçbir siyasi liderin çekmediği bir öfkeyi, nefreti ve kini bünyesinde topluyor. Bunun haklılığı ve haksızlığını değil, insanların neden böyle hissettiğini, nasıl bir acının bunu doğurduğunu tartışmak niyetim.  Nokta Dergisi'nde AKP'nin seçim stratejisinin tartışıldığı bir toplantının tutanağı olduğu iddia edilen bir haber yayınlandı. Eğer doğruysa bence çok da ilginç olmayan, malumun ilamı kabilinden beyanatlarla dolu, daha ziyade üç beş puan için atılabilecek ta

Türkiye Sinemasında Uyarlama İmkanları

Türkiye'de modern edebiyatın bir formu olarak romanın ortaya çıkışı, 19 yy. sonuna, Tanzimat dönemine rastlar. Dünya edebiyatı için görece geç, 3. Dünya içinse makul bir tarih sayılabilecek bu dönemde Tanzimat ve Batılılaşma hamleleri etrafında yarı didaktik-yarı edebi bir form olarak pek çok eser üretilir. Bununla beraber çağdaş edebi özelliklere haiz, estetik olarak özgün, karakterleri gelişmiş romanların yazımı ilginç olmayan bir şekilde çok partili dönemin sonlarına rastlar. Tarihten ve toplumdan uzak olmayan bu durum, yazılı anlatı tür ve biçimlerinin gelişimiyle de yakından ilgilidir. Şüphesiz Osmanlı toplumunda da farklı edebi formlar ve edebiyat dışı anlatı teknikleri vardı. Minyatürün, divan edebiyatının, sözlü ve müzikli halk edebiyatının anlam kapasitesi yadsınamaz. Sorun bu formların, günümüz koşullarında yeniden üretim de dolaşım kapasitelerinin sürdürülebilirliği, bugünün hikayelerini anlatma imkanları ve yeterliliğidir. Modern Türkiye edebiyatında bir form olar

Kalkıp Gidivermek

Resim
Geçen akşam yerimde oturuyorken arkadaşım soruverdi, "Batılı bir Türk olarak Kürtlerle neden bu kadar ilgileniyorsun?" Uzunca bir sessizlikten sonra şöyle yanıtladım; "Kalkıp gidivermeleri beni çok etkiliyor". Kalkıp gitmek neyin nesi mi; dilim döndüğünce anlatayım biraz. Lise yıllarımın hayaleti, gençliğimin esas idolü Ulrike Meinhof'un hikayesi, bana kalırsa böyle bir yerinden kalkıp gitme hikayesidir. Konkret adlı sol bir gazetede köşe yazıları yazan, röportajlar yapan, ezilen gruplar, gençlerle ilgili televizyon belgeselleri hazırlayan muhalif bir gazeteci iken Ulrike, Frankfurt'ta iki alışveriş merkezini kundaklayarak yarım milyon marklık zayiata sebebiyet vermeten tutuklu olan Andreas Baader'le bir röportaj yapmaya karar verir. Adalet Bakanlığı'ndan izin alınır ve 14 Mayıs 1970'de Alman Sosyal Sorunlar Merkezi'nde buluşma gerçekleştirilir. RAF hücresi binaya baskın yaparak Andreas'ı kurtarırlar. Ulrike Meinhof pencereden kaçıp gi

düğün ve nikahlara neden icabet etmiyorum

Resim
bu blogu açalı beri bana özür dileten birkaç hadise yaşandı. iddia ve kavgamda eskisi kadar şedid ve inanmış olmadığımdan özrü bir gerileme olarak telakki etmeyerek, dilemekte beis görmemiştim. bu notu da bir tür özür mahiyetinde kaleme alıyorum, bunu motive eden biraz mahcubiyet, biraz da kendimi beyan çabası hala, herşeye rağmen. tasvip etmediğim bir fiilin faillerine neden mahcup olduğum ise, herhalde herşeye rağmen bir tür hukuk inşa etmiş olmaklıkla ilgili. dostluk, bu hukuğa dair olandır. evlilik kurumunu riyanın örgütlü hali, kapitalist modernitenin en küçük hücresi, toplumsal normasyonun kurucu rejimi olarak görüyorum. evlilik, bir bakıma aşkın örgütlenme potansiyeline karşı geliştirilmiş bir hamle, adeta bir karşı devrim. dinimizin izdivacı emri, peygamber efendimizin sünneti de durumu kurtarmaya yetmiyor. yediğimiz her bokun kılıfı olmaklık dışında, islam bu organize riya halini de aklayacak bir fenomen değil, belki bilakis ilga edecek bir emr, yıkacak bir cehd. nikah ve

documentarist 2015: V. gun

Resim
Müzeler ve sanat tarihi hakkında bir filmden sıkıcı olması beklenir. Festivalde Ulusal Galeri 'yi kaçırmıştık. Bu iyi oldu. Film Viyana'daki Kraliyet müzesininin koleksiyonlarının yenilenmesini takip ederken, sanat eserinin teşhir ve tedavülüne, üretim ve metalaşmasına dair süreçleri de hiç büyük laflar etmeden tartışmaya açıyor. Filmde hiç sanat tarihçisi yok, kimse kameraya konuşmuyor, kamera usulca yöneticileri, restoratörleri, eksperleri, koleksiyonerleri, yerleştiricileri takip ediyor. Hatta kimi zaman ondan bile imtina ederek, Haneke filmlerinden aşina olduğumuz mesafeli bir pozisyona yerleşip öylece seyrediyor. Festivalde launch yaparken ilk kez saatime bakmadığım, öylesine kaptırdığım ilk film bu oldu açıkçası. Belgesellerin ciddi bir kısmında var olan ritim sorununu hiç yaşatmayan, üstelik doğru düzgün bir metni bile olmayan -meselesi değil!- bir film. Bunun arkasında da ince bir zanaat yatıyor. İlginçlik peşinde koşan, temasının orjinalliğine yaslanan filmler bir

documentarist 2015: IV. gun

Resim
Eşik Stefan Jarl'ın finans kapitalizminin İsveç'teki sosyal adalet rejimini nasıl çökerttiğine dair bir film. Tezleri iyi ama konuşan kafalar biraz sıkıcı. Chris Stenger'in mezuniyet filmi, annesi ile kendisi üzerine bir ufak kadınlık hikayesi. Bayağı etkileyici, kendini mercek altına almaktan kaçmayan, son kertede ufak sürprizleriyle daha varoluşsal tartışmaları da çağıran kompakt bir film. Sevdik, feminist ablalar kaçırmasın. Sume Grönland dilin plak çıkaran ilk rock grubuymuş. Grönland topraklarında, Danimarka kraliyeti tarafından asimilasyona uğrayan Grönland halkının dilinin ve ulusal kimliğinin yansıması olan, adeta Grönland'ın Koma Azad'ı sayılabilecek bir grup. Neredeyse 35 yıl sonra dönüp geriye bakarken bir halkın asimilasyona uğraması, dilinin ve kültürünün imhası ne demek görüyorsunuz. Belki Kürdistan'daki kadar kanlı değil ama gene de acıtıcı. Sevdik bu abileri. Ya bu müzik belgeselleri hep mi böyle oluyor ama galiba bu hümanizm işler

documentarist 2015: III. gun

Resim
THE LOOK OF SILENCE [Theatrical trailer] - In theaters July 17th from Drafthouse Films on Vimeo . Güne Joshua Oppenheimer'in Sessizliğin Bakışı ile başladık. Gerisi iflah olmadı zaten. Reyiz bu filmde, Endonezya'da Suharto diktatörlüğü sırasında katledilen milyonlardan birini Ramli'yi arayan erkek kardeşi gözlükçü Adi'nin hikayesini anlatıyor. Tabii ki salt onun değil, 65-66 arasında yaşanan ve doğru dürüst tarihi bile yazılmayan, faillerinin hala muktedir olduğu bir soykırımın da hikayesini anlatıyor. Film inanılmaz. Adi, Öldürme Eylemi' nden aşina olduğumuz katillerle mülakatlar yaparken herkes o kadar sakin ki insan kafayı yiyor. Kafayı yemeyenler ise öldürdükleri kurbanların kanlarını içerek (temsili değil) akıl sağlıklarını koruyan paramiliterler, yahut dini bütün Endonezyalı köylüler. Filmdeki katillerin dilinden pelesenk olmayan antikomünist söylemin nasıl bir illet olduğu, ABD eliyle Karadeniz'in köylerinden Sumatra'nın dağlarına tüm dünyaya n

documentarist 2015: II. gun

Resim
Stefan Jarl ile güne başladık. Açıkçası biraz apokaliptik, duyarcı bir film, fakat kimyasal kuşatılmışlık ve insan türünün biyolojik evrimine dair tezleriyle film dikkat çekiciydi. Özellikle yaygın kullanılan kimi kimyasalların (alev geciktirici, su kaydırıcı, plastik yumuşatıcı vb) biyogenital fonksiyonlara, hormon rejimlerine etkisi, cinsiyet mutasyonları gibi fantastik sonuçları açısından dikkat çekiciydi. Epey ticari tv belgeseli havası sıksa da kendini seyrettiren bir yapım. Klasik belgesel anlatısının epey dışında, Gaspar Noe kafasıyla, üst sesiyle tripten tribe koşan, yer yer Ghosts of Cite Soleil tedirginliği yaşatan aşırı pornografik kamerasıyla bir mülteci dramı. Estetik yaklaşımındaki özgünlük, filmin tartışmasındaki eksikliği gölgelese de sömürgecilik tarihinden bağımsız mültecilik anlatıları benim için pek heyecan verici değil. Yine de ilginç film Eichman yargılamalarından sonra kameranın pek çok kez mahkeme salonlarına girdiğine tanıklık ettik. Bu sefer soykır

documentarist 2015 güncesi: I. gun

Resim
Yılın en güzel zamanları, filmden çıkıp filme girdiğimiz, imajların imajlara super-impose eylediği vakitler. Bu yıl de tek sermayemiz emeğimizle documentarist ekibine destek olmaya gayret ediyoruz. Yine sıkı filimler ve yine boş salonlar. Ses Tiyatrosu'nun epik salonunda tek bir seyirciye, sevgili Eytan İpeker'e 3 saatlik bir Geyrhalter destanının 1576 satırlık altyazısını tek tek bastım. Demek ki festivalmiş, sansürmüş, Emek Sineması'ymış bunlar biraz tatavacılıkmış. Filim seyretmiycekseniz siktirin gidin, kalabalık yapmayın ortalıkta. Bu yıl iyi nükleer belgeselleri var. Stefan Jarl abimiz İsveç'in epey Kuzey'inde, Avrupanın taşrasında, modernliğin ücra kıyılarında ren geyiği çobanlığı yapan Laponların Çernobil'in radyoaktif bulutlarının sürüleri zehirlemesiyle değişmek zorunda kalan hayatlarını takip ediyor. Epik bir pastoralite, endüstriyel hayata, evcilleştirilmemiş kırsaldan kente sürülmek zorundan kalan insanlar, tabiat, eşya ve hayatın kendisi. İlk

Gerçeği kurgulamak

Resim
Massoud Bakhshi ile Saraybosna'da Snijeg'in prömiyerinde tanışmıştık. Aida'dan büyülenmişken İranlı yapımcılarını görünce iyice mest olmuştum. Filmin prodüksiyonu da coşkuluydu. Mesut ilk uzun metrajı Yek Hanevade-i Muhterem 'de Amerikan ajanı Betty Mahmoudi'nin efsane anti-İran roman Kızım Olmadan Asla 'da anlattığı gibi boktan oryantalist bir İran portresi çizip sonunu da Ümit Kıvanç'ın Nokta röportajındaki gibi "zaten İslam da işte böyle katliamcı barbar rezil birşey" bağlayarak üzmüştü epey. Bununla beraber o filmde de İran-Irak savaşından çok efsane arşiv görüntülerinin ustaca kullanımlarına tanıklık etmiştik. Gel gör ki işte sinema başka birşey. Dün Salt'ta sevgili Civan'ın önerisiyle gösterilen Tehran Anar Nedaret türler arasında gidip gelen efsane bir kolaj film, öyle ki Saygıdeğer Bir Aile' nin damağımızda bıraktığı kekremsi tadı unutturdu bile. Adeta İranlılar sinema biliyor klişesine cuk oturan, üstüne onunla da dalga geçm