Gerçeği kurgulamak



Massoud Bakhshi ile Saraybosna'da Snijeg'in prömiyerinde tanışmıştık. Aida'dan büyülenmişken İranlı yapımcılarını görünce iyice mest olmuştum. Filmin prodüksiyonu da coşkuluydu. Mesut ilk uzun metrajı Yek Hanevade-i Muhterem 'de Amerikan ajanı Betty Mahmoudi'nin efsane anti-İran roman Kızım Olmadan Asla'da anlattığı gibi boktan oryantalist bir İran portresi çizip sonunu da Ümit Kıvanç'ın Nokta röportajındaki gibi "zaten İslam da işte böyle katliamcı barbar rezil birşey" bağlayarak üzmüştü epey. Bununla beraber o filmde de İran-Irak savaşından çok efsane arşiv görüntülerinin ustaca kullanımlarına tanıklık etmiştik. Gel gör ki işte sinema başka birşey. Dün Salt'ta sevgili Civan'ın önerisiyle gösterilen Tehran Anar Nedaret türler arasında gidip gelen efsane bir kolaj film, öyle ki Saygıdeğer Bir Aile'nin damağımızda bıraktığı kekremsi tadı unutturdu bile. Adeta İranlılar sinema biliyor klişesine cuk oturan, üstüne onunla da dalga geçmeyi başaran bir film.

Film ilk etapta bir şehir tarihi belgeseli olarak tanımlanabilse de bundan çok daha fazlasını içeriyor. Mesut, İran sinema tarihinden parçaları, Akkas Bashi'nin Muzaffereddin Şah'ın Belçika ziyaretini çektiği ilk İran filmini, Şah dönemine, inkilaba ve inkilap sonrasına ait görüntüleri epey Vertovyen pek de lineer olmayan bir kurguyla birbirine bağlıyor. Film ekibinin çektiği reel Tahran görüntüleri ağırlıkla şehir peyzajları, yapı stoğu, portreler ve yollardan ibaret. Bir de sıklıkla film ekibinin çalışmasını gösteren hızlandırılmış görüntüler izliyoruz. Bunların 16 mm oluşu ayrı bir lezzet tabii ki. Bu kurguda salt ses olarak gördüğümüz, bizzatiği sesi kaydedildiği medyaları, ses bantlarının devrini seyrettiğimiz sekanslar, kurgu masasından, moviolanın çarklarından fragmanlar, kopan makaraların hışırtısı, filmin kendi imalat sürecini, koşul ve aygıtlarını da sürekli olarak bize hatırlatıyor, anlatının bir parçası kılıyor. Kendi kendinin medya analizini yapıyor adeta Tahran'da Nar Kalmadı.

Filmin esas sıkı tarafıysa resmi tarih anlatısıyla kurduğu ziyadesiyle sarkastik ilişki, biteviye yapısökme çabası. Tahran şehrinin kuruluşu, Şah rejiminin bekası, İslam inkilabı, İran sinema tarihi hakkındaki pek çok mitle film dalgasını geçiyor, tersyüz ediyor ve söylenmeyeni, kayıp olanı, kadraj dışındaki imliyor, ima ediyor. Mesud'un kendi sesiyle perfore ettiği Tahran'ın yarısının şair yarısının sinemacıdan oluşması repliği, İran kültürü ve sineması hakkındaki özcü genellemeleri de pek güzel tartışmaya açarken, tam da bu failiyet halinin, herkesin yapıcı olması durumunun sinemayı aşırı demokratikleştirerek sanatçının kolektif ilişkilere mecbur olduğu her zeminde sinemasal üretimi ne denli çetrefilleştirdiğinin de altını çiziyor. Filmin finalindeki nar metaforu da aynı şekilde İran şiirinin aynı zamanda İran'a dair mevcut hakikatleri tartışmaya açmamanın nasıl örtücüsü, saklayıcısı olabileceğine dair ilginç göndermeleri bünyesinde barındırıyor.

TEHRAN HAS NO MORE POMEGRANATES TRAILER from MAKINMOTION on Vimeo.

Tahran'da Nar Kalmadı bütün bu yapısöküm mesaisini sürdürürken, tartışmasının odağındaki şehri, o şehrin meskunlarının meskenle kurdukları ilişkiyi asla es geçmiyor. Bu ilişkisellikte çoklu mekanların ve şeylerini tarihlerinin izini sürerek bir tuğlayı imal eden Güney Tahranlı Kürt işçiden o tuğlalardan gökdelenler diken Kuzey Tahranlı Londra doğumlu İranlı müteahhite uzanan izleği, iki yönüyle de takip ediyor, mekanları, eşyayı ve failleri bir çember etrafında yan yana dizmeyi ustaca beceriyor. Lineer kurguya döngüsellik ve boyut kazandırıyor. Tahran'daki inşaat arzının, rant ve imar politikalarının izini sürerken, şehrin yönetici ve plancılarının bu oyuna müdahiliyetlerinin, meskunlarının ise müdahil olamayışlarının sonuçlarını muzip bir şekilde ard arda diziyor. Ve nihayetinde filmde portrelerini gördüğümüz hiç kimsenin konuştuğunu görmez sadece işitirken, parklarda yatan ve iş arayan bir Tahran sakininin ise doğrudan kameraya konuştuğunu görüyor ve işitiyoruz. Böylelikle Mesut mevcut hakikate dair ağızbirliği etmiş faillerin anlatılarının sesi üzerine, sesi işitilmeyenin konuşmasını bindirerek bizi mağdurun dili ve sessizin payına tanıklık etmeye davet ediyor.

Tahran'da Nar Yoktur arşiv, hafıza, resmi ve gayriresmi tarihler, şehir, mekan ve sinema yapmaya dair çok farklı meseleleri, çok dağınık ama bir o kadar derli toplu bir halde 65 dakikaya sığdırmayı başaran usta işi bir kolaj. Mesud'un aptal oryantalist jurnal filmleri yerine, böyle akıllı, estetik, ufuk açıcı filmler çekmeye devam etmesini umalım.

My Mother Learns Cinema (Annem Sinema Ogreniyor) from MODE Istanbul on Vimeo.


Nesimi'yi Berlin'de DAAD ödülü kazanan efsane sempatik filmi Annem Sinema Öğreniyor'dan hatırlıyoruz. Yılan hikayesine dönen Toz Ruhu'nu nihayet perdede görmek iyi oldu. Ne var ki filmin belirli nüansları bünyesinde taşıyan bir hayalkırıklığı olmaktan öteye geçememesi üzücü. Yeni Türkiye sinemasının son dönem filmlerinin ciddi bir kısmında görünen az gelişmişlik, yapımı neredeyse beş yıla yayılan ve uzun da bir kurgu sürecinden geçen Toz Ruhu için de geçerli malesef. Bunun sebepleri tartışılır ama aslında hiç de fena olmayan bir fikirden yola çıkan böyle bir filmin neden yolda kaldığı bence ciddiye alınması gereken bir soru.

Toz Ruhu Nesimi'nin de komşusu olan gerçek bir karakterden esinlenen, tek bir kahramanın, Metin'in hikayesini takip eden bir solo film. Metin'in fantastik, geekvari dünyası ilk etapta absürd, ama film bu absürdlüğü teşhir etmenin ötesine geçerek çok gündelik işleyişine dair detayları ıskalıyor. Metin'in janjanlı gömleklerini ütülerken hiç görmüyoruz mesela, ya da daracık dairesinde onları istiflediğini. Kadrajın bir yanından görünmekle iktifa ediyor yönetmen, yahut Metin'in onları öylesine sırtına geçirivermesiyle. Hayatını evlere gündeliğe giderek, efemine sayılabilecek temizlik işi yaparak kazanan Metin'in gerçekten temizlik yaptığı tek bir sahne var mesela. Uzak'ın girişinde Feridun abinin oynadığı efsane elektrik süpürgesi sahnesi bundan çok daha gerçekçiydi misal.



Filmi en çok ezan unsurların başında, az gelişmiş, az çalışılmış yan karakterleri geliyor. Paşa çocuğu, beyzade memur klişesinin manasız nostaljisi, Metin'in bu insanlara duyduğu anlamsız güvenin havada kalışı, karakterlerin beylik replikleri onları hızla kartonlaştırıyor. Keza Selin Yeninci'nin aşırı gerçek ve özensiz Neslihan performansı, bu dış dünyanın hakikatini fazlaca sarsıyor ve Metin'i iyice köşeye sıkıştırıyor. Bu anlamda Tansuğ abimizin gidip gelen performansı biteviye kırık ve halsiz kalıyor. Tıpkı Şimdiki Zaman'da Sanem Öge'nin canladırdığı Mina'nın tüm flaneur haline karşı alıp başını gidebilmelerine karşın, olduğu yerde, işiyle, ailesiyle, karısıyla çakılıp kalan Tayfun'u bir türlü kuvveye geçiremeyen Ozan Bilen gibi. Sinemamızda bu tür anti-kahramanlaşma, rönesanslaşma, insanileşme eğilimleri, arayışları perdede görmek istemediğimiz şeyler lakin altından kalkılamayınca bıraktığı tat hep kekre. Bunu en iyi başaran Yozgat Blues'un ise açık ara festivallerde görmezden gelinişi, değerlendirilme kriterlerini de tartışmaya açıyor. Son olarak Metin'in asker yeğeninin filmde tüm askerlik klişelerini tekrarlamanın ötesinde, Neslihan'ın akibetini sormaktan başka ne işlevi var onu da anlamış değilim.

Metin'in arabeskle ilişkisi de bu açıdan problemli. Meşhur olmak ile olmaka arasında gidip gelen Metin'in bir form ve tür olarak neden arabesk hastası olduğu epey muallakta kalıyor. Metin'in fanlıktan öte obsesyonu bir tür mütevazılık mı yoksa aşırı bir narsizm mi oralar hep askıda. Bu nesnelye ilişkilenememe hali biraz da Mavi Dalga'da o bir türlü bir yere gidemeyen etamin tablo gibi. Yani yönetmenimizin var bir meselesi de bunu bir türlü perdeye tercüme edememesi bir vakit sonra yoruyor, darlıyor. Filmin benim nazarımda seyircisiyle kurabildiği en sahici ilişki, Neslihan'ın yani klasik dramanın devreye girdiği noktalarda kaydadeğer bir performans yakalıyor. Bu da zaten filmin orjinal iddiasının altını boşaltan, tüm çabasını boşa çıkaran bir pozisyon. Ama heybemizde kalan bu.
Nihayetinde yönetmen neden gerçek Metin'i oynatmayı denememiş yahut oynatamamış, oynatsaymış nolurmuş sorularıyla ayrılıyoruz salondan.

Mesud'un belgeselini Nesimi'nin filmiyle yanyana koyunca bir kez daha bu hakikatle ilişkilenme, kurmaca anlatı meselelerindeki doyma noktaları, tıkanıklıklar zuhur ediyor. Belki de ilginçlik peşinde koşmaktansa gerçekten ilginç şeyler anlatmaya başlamak daha evladır kimbilir.



Yorumlar

Bu blogdaki popüler yayınlar

Eylül

felahçilar*

Aralık