Bir Kez Daha: İslamcı Pragmatizmin İflası
Türkiye Kürdistan'dan Lazona'ya devasa bir taziye evi, memleketin dört bir yanında cenazeler toprağa veriliyor ve sevdiklerini, yakınlarını kaybedenler hep bir ağızdan haykırıyorlar; "Katil Erdoğan". Çok tuhaf, çok trajik. Erdoğan, Evren'in, Demirel'in, Çiller'in hatta Mustafa Kemal'in yahut Menderes'in yapmadığı neyi yapmış, başarmış olabilir ki bu sıfatı hak etsin? Daha doğrusu, insanlara ne oluyor, canları nasıl yanıyor ki Türkiye siyasi tarihinde -benim bildiğim kadarıyla- hiçbir siyasi liderin çekmediği bir öfkeyi, nefreti ve kini bünyesinde topluyor. Bunun haklılığı ve haksızlığını değil, insanların neden böyle hissettiğini, nasıl bir acının bunu doğurduğunu tartışmak niyetim.
Nokta Dergisi'nde AKP'nin seçim stratejisinin tartışıldığı bir toplantının tutanağı olduğu iddia edilen bir haber yayınlandı. Eğer doğruysa bence çok da ilginç olmayan, malumun ilamı kabilinden beyanatlarla dolu, daha ziyade üç beş puan için atılabilecek taklaların hesap edildiği bir at pazarlığı masasına benziyor metin. Daha da kötü olanı, AKP'li siyasetçilerin tüm bu kepazelikiğin, vahşetin ve çürümenin ziyadesiyle farkında olup bile bile ve "yine de" yapıyor oluşları, yapıyor olduklarını. AKP de biliyor Kürtlere zulmettiğini, kadınları ezdiğini, gençleri iplemediğini, boğazına kadar yolsuzluğa battığını, Erdoğan'ın saçmaladığını, Suriye politikasının yanlışlığını, ama yine de yapıyor, yapıyor zira hesap ve menfaati başka.
Menfaat zira AKP bir siyasal ilkeler manzumesinden, birilerinin iddiası gibi "erdemliler hareketinden" değil, İslamcılığın TC rejimi karşısında iflas ve yenilgisinin akabinde düzenle barışma ve düzence soğrulma projesi olarak zuhur etmiş bir pragmatizmin ürünü idi. İlkelerden değil Haksözcülerin biteviye zikrettiği gibi kazanımlardan, kaybetmeyi, bedel ödemeyi, yoksun olmayı, vazgeçmeyi, feragat etmeyi değil tokluğu, rahatlığı, refahı, saadeti arzulayanların rıza gösterdiği bir proje AKP. Tam da böyle olduğu için yoksunluğu, eksilmeyi, feragati gerektiren, bedel ödemeyi gerektiren, can yakan, can acıtan her amelin zıddı bir proje. Tam tersini ondan beklemek nahifliğin ötesinde, varolanı anlamaktan aciz bir idraksizliğin ifadesinden başka birşey olamaz.
Ergenekon davaları başladığında, iddianamelerin pespayeliğinin yanı sıra yargılananların fail-i muhtar değil basit ve sembolik tetikçiler oluşu, yaşananın Türkiye demokrasi tarihi açısından gerçek bir hesaplaşmayı doğuramayacağına bizi ikna etmişti. Ne var ki yaratılan dalgayı buna ikna edemedik. Yıllar sonra Cemaat'in, Türkiye'ye biçilen yeni rolün önünde tıkaç olan NATO bakiyesini tasfiye için kullanılan basit bir manivela oluşunu idrak ettiğimizde, iş işten geçmişti. Ergenekon davaları Türkiye tarihinde daha demokratik ve özgür bir siyaset ortamını değil, daha paranoyak, siyasetten korkan, adaletin yerini bulmadığı, hakkın teslim edilmediği bir hukuk rejimini tesis etti. Öyle bir rejim ki az daha kendini üreten siyasal iktidarın kellesini alacaktı, nolduysa oldu, kendi kendini imha etti. Esasen bu yazının başlığı da 17 Aralık'ta yazılamamış bir yazıdan ödünç alındı. Nihayetinde paşalar elini kolunu sallayarak dışarıda dolaşırken, ahlarını aldıkları insanlar, katledilenler, işkenceden geçirilenler, hayatları perişan olanlar hala adalet arıyor, bekliyor. Cumartesi Anneleri 20 yıldır orada, Galatasaray Meydanı'nda oturuyorlar. Onlar o meydandan kalkmadıkça Türkiye'ye adalet gelmemiş demektir. AKP Cumartesi Anneleri'ni o meydandan kaldırıp, huzurla birer Fatiha okuyacakları evlatlarının mezarlarını onlara hediye edemedi. Edemezdi, etmedi de. Onun yerine mezarlık bombalayan bir kariyeri tercih etti, bile bile, isteye isteye.
AKP'nin Ergenekon davaları, yahut Hrant Dink gibi siyasi cinayetlerde, yani devletin fail olduğu, Türkiye toplumuna karşı işlenmiş suçlarda takındığı tavır, gösterdiği tutum ve yer almayı tercih ettiği saf hep kazananların safı oldu. AKP 12 Eylül'den sonra "şimdi gülme sırası bizde" diyenlerle saf tuttu. Onun için de vaad ettiğiyle, icra ettiği arasındaki ontolojik fark hiçbir zaman kapanmadı. Hrant Dink'i AKP öldürmedi, ama öldürenleri korudu, kolladı ve himaye etti. Roboski'de Bahoz Erdal'ı imha etme şehvetiyle köylüleri bombalarken bunun bir "hata" olduğu biliniyordu, ama o hatayı işleyenler taltif edildiler. Soma'da katledilenler bile bile gittiler ölüme, ama bunun mesulu olanlar hiçbir ceza çekmediler. Çünkü AKP'nin adalet anlayışı cezalandırıcı değil, restorasyoncu bir mantıkla işledi. Halkı, insanları değil düzenin bekasını, yeniden üretimini, ebediyetini gözeten bir anlayışla. Kazanan hep rejim oldu. AKP de bir siyasal pragmatizm projesi olarak düzeni korumanın, rejimi restore etmenin ötesinde bir ufku gözetmedi. Dolayısıyla Mehmet Ağar'ı, Tansu Çiller'i, Kenan Evren'i aratmayan katliamların, cinayetlerin, kıyımların esas faili olmadığı zamanlarda bile katilleriyle tokalaşmaktan hiç gocunmadı, utanmadı, arlanmadı.
Sedat Peker'le Tayyip Erdoğan'ı bir düğün merasiminde kucaklaştıran muhabbetin kaynağı ne olabilir? Hemşerilik mi, ideolojik birliktelik mi, yoksa müşterek menfaatler mi? İslamcılık olmadığını biliyoruz. Ama ikisini buluşturan kişi, eski MGV şimdi ise İHH başkanı ve dünyanın dört bir tarafındaki cihat cephelerinde mücahit teçhiz ve tedavi edecek kadar da radikal bir İslamcı olan Bülent Yıldırım idi. Yani Tayyip Erdoğan'ın sağcılığını, devletseverliğini anlayabiliriz, Sedat Peker'in devletin kullanışlı bir adamı olmasını da, fakat bu ikisini aynı resme sığdıranın İslamcı bir akıl olmasını neyle açıklayabiliriz? Açıklayamayız açıkçası ama şurası açık ki Türkiye İslamcılığının siyasal tarihi, ister Osmanlı Devleti olsun ister Türkiye Cumhuriyeti hiçbir zaman rejimle ciddi bir hesaplaşmaya, gerçek bir cedele girişmemiş bir bakiyeden ibarettir. İslamcıların dillerine pelesenk olan İstiklal Mahkemeleri'nde infaz edilen ulemanın nüfusu, devletin diğer toplumsal kesimlere uyguladığı kırım ve kıyımlarla mukayese kabul etmez. Zaten 48'den sonraki politikalarla beraber bu mağduriyetin hesabı kısmen görülmüş, tedricen tesviyelenmiş ve 12 Eylül'e gelindiğinde mesele hall olmuştur. Buraya kadar ibrenin dışında kalan, istisnayı kuranlar ise işte tam da bugün trenin son vagonuna binmenin telaşesindeler. Bir zamanların değme radikallerine prototip olabilecek Haksözcülerin "kazanım" diye nitelendirdikleri; kanlı bir rejimin kendine yeni katiller devşirmesinden başka birşey değil. Artık işkencilerimiz abdestli, özel harekatçılarımız imam-hatipli ve yine halkımızın aynı çocuklarının ırzına geçiyor, kanını içiyorlar.
Nokta Dergisi'nde AKP'nin seçim stratejisinin tartışıldığı bir toplantının tutanağı olduğu iddia edilen bir haber yayınlandı. Eğer doğruysa bence çok da ilginç olmayan, malumun ilamı kabilinden beyanatlarla dolu, daha ziyade üç beş puan için atılabilecek taklaların hesap edildiği bir at pazarlığı masasına benziyor metin. Daha da kötü olanı, AKP'li siyasetçilerin tüm bu kepazelikiğin, vahşetin ve çürümenin ziyadesiyle farkında olup bile bile ve "yine de" yapıyor oluşları, yapıyor olduklarını. AKP de biliyor Kürtlere zulmettiğini, kadınları ezdiğini, gençleri iplemediğini, boğazına kadar yolsuzluğa battığını, Erdoğan'ın saçmaladığını, Suriye politikasının yanlışlığını, ama yine de yapıyor, yapıyor zira hesap ve menfaati başka.
Menfaat zira AKP bir siyasal ilkeler manzumesinden, birilerinin iddiası gibi "erdemliler hareketinden" değil, İslamcılığın TC rejimi karşısında iflas ve yenilgisinin akabinde düzenle barışma ve düzence soğrulma projesi olarak zuhur etmiş bir pragmatizmin ürünü idi. İlkelerden değil Haksözcülerin biteviye zikrettiği gibi kazanımlardan, kaybetmeyi, bedel ödemeyi, yoksun olmayı, vazgeçmeyi, feragat etmeyi değil tokluğu, rahatlığı, refahı, saadeti arzulayanların rıza gösterdiği bir proje AKP. Tam da böyle olduğu için yoksunluğu, eksilmeyi, feragati gerektiren, bedel ödemeyi gerektiren, can yakan, can acıtan her amelin zıddı bir proje. Tam tersini ondan beklemek nahifliğin ötesinde, varolanı anlamaktan aciz bir idraksizliğin ifadesinden başka birşey olamaz.
Ergenekon davaları başladığında, iddianamelerin pespayeliğinin yanı sıra yargılananların fail-i muhtar değil basit ve sembolik tetikçiler oluşu, yaşananın Türkiye demokrasi tarihi açısından gerçek bir hesaplaşmayı doğuramayacağına bizi ikna etmişti. Ne var ki yaratılan dalgayı buna ikna edemedik. Yıllar sonra Cemaat'in, Türkiye'ye biçilen yeni rolün önünde tıkaç olan NATO bakiyesini tasfiye için kullanılan basit bir manivela oluşunu idrak ettiğimizde, iş işten geçmişti. Ergenekon davaları Türkiye tarihinde daha demokratik ve özgür bir siyaset ortamını değil, daha paranoyak, siyasetten korkan, adaletin yerini bulmadığı, hakkın teslim edilmediği bir hukuk rejimini tesis etti. Öyle bir rejim ki az daha kendini üreten siyasal iktidarın kellesini alacaktı, nolduysa oldu, kendi kendini imha etti. Esasen bu yazının başlığı da 17 Aralık'ta yazılamamış bir yazıdan ödünç alındı. Nihayetinde paşalar elini kolunu sallayarak dışarıda dolaşırken, ahlarını aldıkları insanlar, katledilenler, işkenceden geçirilenler, hayatları perişan olanlar hala adalet arıyor, bekliyor. Cumartesi Anneleri 20 yıldır orada, Galatasaray Meydanı'nda oturuyorlar. Onlar o meydandan kalkmadıkça Türkiye'ye adalet gelmemiş demektir. AKP Cumartesi Anneleri'ni o meydandan kaldırıp, huzurla birer Fatiha okuyacakları evlatlarının mezarlarını onlara hediye edemedi. Edemezdi, etmedi de. Onun yerine mezarlık bombalayan bir kariyeri tercih etti, bile bile, isteye isteye.
AKP'nin Ergenekon davaları, yahut Hrant Dink gibi siyasi cinayetlerde, yani devletin fail olduğu, Türkiye toplumuna karşı işlenmiş suçlarda takındığı tavır, gösterdiği tutum ve yer almayı tercih ettiği saf hep kazananların safı oldu. AKP 12 Eylül'den sonra "şimdi gülme sırası bizde" diyenlerle saf tuttu. Onun için de vaad ettiğiyle, icra ettiği arasındaki ontolojik fark hiçbir zaman kapanmadı. Hrant Dink'i AKP öldürmedi, ama öldürenleri korudu, kolladı ve himaye etti. Roboski'de Bahoz Erdal'ı imha etme şehvetiyle köylüleri bombalarken bunun bir "hata" olduğu biliniyordu, ama o hatayı işleyenler taltif edildiler. Soma'da katledilenler bile bile gittiler ölüme, ama bunun mesulu olanlar hiçbir ceza çekmediler. Çünkü AKP'nin adalet anlayışı cezalandırıcı değil, restorasyoncu bir mantıkla işledi. Halkı, insanları değil düzenin bekasını, yeniden üretimini, ebediyetini gözeten bir anlayışla. Kazanan hep rejim oldu. AKP de bir siyasal pragmatizm projesi olarak düzeni korumanın, rejimi restore etmenin ötesinde bir ufku gözetmedi. Dolayısıyla Mehmet Ağar'ı, Tansu Çiller'i, Kenan Evren'i aratmayan katliamların, cinayetlerin, kıyımların esas faili olmadığı zamanlarda bile katilleriyle tokalaşmaktan hiç gocunmadı, utanmadı, arlanmadı.
Sedat Peker'le Tayyip Erdoğan'ı bir düğün merasiminde kucaklaştıran muhabbetin kaynağı ne olabilir? Hemşerilik mi, ideolojik birliktelik mi, yoksa müşterek menfaatler mi? İslamcılık olmadığını biliyoruz. Ama ikisini buluşturan kişi, eski MGV şimdi ise İHH başkanı ve dünyanın dört bir tarafındaki cihat cephelerinde mücahit teçhiz ve tedavi edecek kadar da radikal bir İslamcı olan Bülent Yıldırım idi. Yani Tayyip Erdoğan'ın sağcılığını, devletseverliğini anlayabiliriz, Sedat Peker'in devletin kullanışlı bir adamı olmasını da, fakat bu ikisini aynı resme sığdıranın İslamcı bir akıl olmasını neyle açıklayabiliriz? Açıklayamayız açıkçası ama şurası açık ki Türkiye İslamcılığının siyasal tarihi, ister Osmanlı Devleti olsun ister Türkiye Cumhuriyeti hiçbir zaman rejimle ciddi bir hesaplaşmaya, gerçek bir cedele girişmemiş bir bakiyeden ibarettir. İslamcıların dillerine pelesenk olan İstiklal Mahkemeleri'nde infaz edilen ulemanın nüfusu, devletin diğer toplumsal kesimlere uyguladığı kırım ve kıyımlarla mukayese kabul etmez. Zaten 48'den sonraki politikalarla beraber bu mağduriyetin hesabı kısmen görülmüş, tedricen tesviyelenmiş ve 12 Eylül'e gelindiğinde mesele hall olmuştur. Buraya kadar ibrenin dışında kalan, istisnayı kuranlar ise işte tam da bugün trenin son vagonuna binmenin telaşesindeler. Bir zamanların değme radikallerine prototip olabilecek Haksözcülerin "kazanım" diye nitelendirdikleri; kanlı bir rejimin kendine yeni katiller devşirmesinden başka birşey değil. Artık işkencilerimiz abdestli, özel harekatçılarımız imam-hatipli ve yine halkımızın aynı çocuklarının ırzına geçiyor, kanını içiyorlar.
Esas meselem AKP'nin ne kadar "kötü" olduğu değil, iktidar zaten "iyi" birşey olamaz. Hani ne derler, fıtratına ters. Benim meselem, bizim, halkın, halklarımızın bu kötülüğe nasıl rıza gösterdiği, ne pahasına tamah ettiği. Bugün Mücahit Bilici, Emir Dağlı ve Fahrettin Dağlı imzasıyla yayınlanan "Adalete Davet" adlı bildiriye Hizbuttahrir sempatizanı bir okurun yazdığı şu soru bence zurnanın son deliğine iyi üflüyor; "Savunduğun(m)uz bu kriterlerden taviz vermeyen bir parti olursa ne kadar oy alabilir. MSP ilk çıktığında böyle idi ama ilkelerinden taviz vermediği sürece hem oyunu arttıramadı hem de sürekli kapatıldı. Benzer bir parti benzer sonuçlarla karşılaşmaz mı?" Sorunun cevabını yukarıda verdik, Hizbuttahrirci abi de belki rejime hasım olmanın, kanla olmasa da bedel ödemenin getirdiği, Türkiye İslamcılarında nadir görülen bir ferasetle soruyor bu soruyu. Bildirinin müellifi üçlünün buna verecekleri bir cevap yok. Çünkü onlar AKP'ye rıza gösteren, icraatlarına ortak olanlara değil, partiyi yöneten, rejimle ittifak edenlere konuşuyorlar. Ankara'daki danışman ordusundan değil de kendi "İslami" akıllarından feyz alınsın da güya ümmete bundan bir rahmet hasıl olsun dualarındalar. Dualarına amin diyelim isterdik, ama bu usülle fıkıh olmaz, bu fıkıhla bu işler asan olmaz içtihatındayız. Yönetenlerin değil, yönetilenlerin, halkın rızası ve mücadelesi olmadan toplumsal adaletin, eşitliğin ve selametin tesis edilemeyeceği bilgisinden yoksun, sultana öğüt veren ak sakallı bilge olmaya öykünen bu dilin şimdinin fıkhından beslenmediği aşikar. Merak edenler bildirinin müelliflerinin biyografilerini didikleyebilirler.
Ankara Katliamı'nın ardından -her katliamdan sonra olduğu gibi- bir Fatiha okumaktan, cenaze namazında saf tutmaktan, taziye vermekten, bir tas helva kavurmaktan aciz bir toplumsallık gördük. Bizim Peygamberimiz müşriklerin, kendinden olmayanların cenazelerinde dahi ayağa kalkar iken, cenazeleri tekmeleyenlere, çiğneyenlere, işkence edenlere alkış tutan bir Müslümanlıkla karşı karşıyayız. Ölenlerin acısına, öfkesine hürmet göstermek şöyle dursun kibir ve nefretle yaklaşan, "oh olsun" diyen garabetle karşı karşıyayız. Bunun ne İslami ilkelerle, ne İslami mücadeleyle ilgi ve alakası olmadığını biliyoruz. Ama İslamcılığın bakiyelerinin bunu yapmaktan kendilerini alıkoyamadıklarının, biyografilerinin buna elvermediğinin de farkındayız. AKP Sünni Türkü sistemle barıştırırken, ona armağan ettiği muktedir ve müreffeh pozisyon karşısında, mağduriyetini ve rejimle hesabını ipotek altına alırken bile bile işlediği günahlarına da onu ortak ediyor. AKP seçmenleri, müttefikleri, rızaverenleri bunun farkındalar. Farkında olunmayan ise bu coğrafyada adalete, hürriyete, insani bir düzene dair uzak bir ihtimal olmayan İslam'ın, bu Müslümanlık performansıyla ipotek altına alındığıdır. Bizden sonrakilerin dahi ödeyemeyecekleri bir fatura yazılıyor şu anda. Kemalist rejimini beceremediği toplumsal yarılma, kan ve acıyla çatlak çatlak açılıyor. Birbirinin acısını paylaşamayan, ölülerini ayıran bir ülkeye dönüştük.
İslamcı siyasetin pragmatizmi iflas etmişken, İslam olmaktan ısrar edenlerin sorusu şudur; refah, beka ve kazanımlar pahasına devletin zulümlerine ortak mı olacağız, yoksa kaybetmek pahasına ilkeler ve adalet için tavır mı göstereceğiz? Mekkeli sermayedarların teklifine "Bir elime ayı, bir elime güneşi verseler de vazgeçmem" diyen Peygamber'in ümmeti olarak, yanı başımızda insanlar katledilirken, bunu meşrulaştırmak yerine en azından acısına ortak olabilmeyi beceremez isek, Müslümanların bu coğrafyada üreteceği söz ve amelin itibarını da ortadan kaldırmaya talibiz demektir.
“Şüphesi ölüm korkunç bir şeydir. Cenazeyi gördüğünüzde hemen ayağa kalkınız”
(Müslim, Cenaiz, 78, Hadis: 1593)
Yorumlar
bu yazıyı, yazarının sen olduğunu bilmeden okusaydım muhtemelen yazarın yazdıklarının ne kadar doğru olduğunu düşünüp belki bir iki arkadaşımla da yazıyı paylaşırdım. islamcı pragmatizmin hatta daha ziyade islamcılığın çirkinliğinden ve kokuşmuşluğundan dem vuran, ilkeselliğin ve insaniyetin öneminden bahseden, hatta kimi zaman çoğu "radikal islamcı"nın (o ne demekse) göstermediği seviyede "ilkelerimden taviz vermem, gerekirse kanımla bile bedel öderim!" tarzında laflar eden bir yazıyla muhatap oldum. ama yazarına bakıyorum, türkiye solculuğundan ümit besleyen, pkk sempatizanı ve hdpli mustafa emin abimiz. solculuğa islamcılık sosu döküp önderliğe entegre olan güzel abim, senin neyine bu kadar ilkesellik lafı etmek? pkk sempatizanlığıyla, lgbt dostu hdp'ye olan gönül bağınla hangi ilkesellikten bahsedebilirsin ki? hele bi de şuna bakalım:
"Dualarına amin diyelim isterdik, ama bu usülle fıkıh olmaz, bu fıkıhla bu işler asan olmaz içtihatındayız. Yönetenlerin değil, yönetilenlerin, halkın rızası ve mücadelesi olmadan toplumsal adaletin, eşitliğin ve selametin tesis edilemeyeceği bilgisinden yoksun, sultana öğüt veren ak sakallı bilge olmaya öykünen bu dilin şimdinin fıkhından beslenmediği aşikar. Merak edenler bildirinin müelliflerinin biyografilerini didikleyebilirler."
maşallah ahir zaman müçtehidi konuya dair hükmünü vermiş. üç yazarın yazdığı yazıyı, akp'ye aksakallı bilge olma hayaline benzeterek tek kalemde çizmiş. bi de biyografilerine atıfta bulunmuş, yani bunlardan zaten adam olmazmış. yazı gayet kaliteli ve uyarıcı üslupla yazılan hakkı tavsiye etme babında örnek teşkil edebilecek bir metin. ne salt eleştirilerle bir faydasızlığa imza atılmış ne söylenecek laf evrilip çevrilmiş. hem seviyeli hem eleştirel bi yazı. sen kendi haline bakmadan hem ilkesellik tripleri atıp hem de böyle bi yazıya geçer not vermeyerek neyden bahsediyorsun? kime oy verelim desek "tabi ki hdp'ye" diyecek adam gelmiş islami ilkesellikten, rejim karşıtlığından, islami siyasetten bahsediyor. kendinle çelişkilisin mustafa emin. bu yazdığın yazının yazarı olan kişiliğin rejim karşıtı dik duruşlu devrimci bi müslümanken gözler önündeki mustafa emin bir gavur solcuyu ya da bir katil gerillayı bile (tüm solcular gavurdur demiyorum) birçok müslümana değişmeyecek bi adam. burada bi çelişki var mustafa emin, titre ve kendine gel. bir yandan altan tancılık oynayarak "hdp içindeki islamcı ses" fantezini sürdürürken bir yandan da ilkesel islami siyasetten bahsetme. ya biri ol ya öteki. biz de kime konuştuğumuzu kimi okuduğumuzu bilelim.
bu yorumu da seni rencide etmek için yazmadım, oku da bi düşün diye yazdım, allah şahidim. cevap yazmak zorunda hissetme diye diyorum.
allah'a emanetsin.
Bu yazı Müslüman toplumun bu coğrafyada, kendilerinden olmayanların (bu nasıl mümkünse, mazlumlar nasıl "öteki" oluyorsa) başlarına gelenler, maruz kaldıkları zulümler konusundaki tavır ve tutumlarını tartışıyor. Asgari bir Sünnet olarak cenaze adabını, helalleşmeyi, taziyeleşmeyi önemsiyor. Bir tür ümmet olmanın, cemaat olmanın, toplum olmanın gereği görüyor. Olamamanın öfkesiyle kelam ediyor, esef ediyor, kederleniyor. Bu keder ve öfkeye gördüğüm kadarıyla bir yorumun yok.
Son birkaç ayda asker-polis-gerilla-sivil yüzlerce insan ölmüşken, barış için cedel edenleri; Lûtilerden daha tehlikeli görmeni, doğru dürüst bir cinsiyet fıkhımız, bir kadın ilmihalimiz yok iken bu mücadeleti buradan vurmanı açıkçası komik buluyorum. Yani başka sözler söylemeni umardım. LGBTİ meselesi ve Müslümanlarn bu meseleyle ilişkisini de ayrıca tartışmak gerek. Ama Kürt siyasetini buradan tartışmak bence başka sözleri imkansız kılıyor.
Bizim islamcılığımızın bu çizgiyle buluşmasına gelince; 28 şubattan bu yana yaşananlara, Müslüman siyasetin bir pragmatizmler manzumesine dönüşmesine bakmadan bunu tartışmak manasız. Bu tarihi görmeden konuşmanın kıymeti harbiyyesi de yok. Kendine gel ayarları vermenin de.
Allah sonumuzu hayretsin.