Taziye Evinden Yazmak
Ancak üç gün
sonra yazabiliyorum. Kırk yıldır, koca bir taziye evi olan Kürdistan'dan
yazıyorum. Yazmak istemiyorum, toparlanamıyorum, ağzımı açmaya takatim yok ama
gene de yazıyorum. Ne sükuttan ne de kelamdan ümidim kalmasa da "belki"
diye yazıyorum işte. Tahir Elçi'nin ardından, cenazesinden, taziyesinden, Dört
Ayaklı Minare'nin gölgesinden yazıyorum.
Suriye sınırında,
tek katlı bir gecekondunun avlusundayız. Güvercinler takla atıyor. Tekerli
sandalyede, belden aşağısı felç, 20'li yaşlarında bir oğlan anlatıyor:
"Onlar benim elim ayağımdı. Elimi ayağımı kaybettim patlamadan
sonra". O, Suruç'tan geriye kalanlardan biri. Aniden bir telefon geliyor,
mülakata ara veriyoruz. Cep telefonları açılıyor: "Tahir Elçi
öldürüldü!". Donakalıyoruz. Ekipmanları toplayıp basıyoruz Diyarbekir'e,
bir karın ağrısı, şakaklar zonkluyor.
Sur'da sokağa
çıkma yasağı ilan edilmiş, Dağkapı'da demir barikatlar, her köşe başında zırhlı
araçlar. Arada silah sesleri işitiliyor, kesik kesik geceyi yırtıyor.
Sabahın seherinde
hastaneye doğru yol alıyoruz. Kepenkler kapalı, sokaklar ıssız. Adliye önünde
Tahir Elçi'nin meslektaşları, sırtlarda cüppeler, yakalarda resmi. Derken
kalabalığın arasından kızı Nazenin geçiyor, haykırıyor göğe doğru, feryadı
dünyaları sarsıyor. Az sonra Elçi'nin tabutu beliriyor morgun kapısında,
omuzlar üstünde, alkışlar içinde. Ofise doğru yol alıyoruz, kortej gittikçe
kalabalıklaşıyor. Apartmanlardan zılgıtlar, alkışlar yükseliyor. Sirenler,
kornalar birbirine karışıyor. Koşuyolu parkına vardığımızda gözü yaşlı on
binlerle karşılaşıyoruz. Banisi olduğu İnsan Hakları Anıtı'nın önüne iniyor
tabutu. Türkan Elçi epik bir konuşma yapıyor, sitem ediyor ve ürpertiyor
hepimizi.
"Bütün faili meçhuller onu
bağırlarına basacak minnetle ağırlayacak. 'Dört Ayaklı Minare'nin en tepesine
konacağım, tarih anlayacak beni. Kirli medya, beni tehdit eden televizyonlar,
beni hedef gösteren gazeteler hoşçakalın. Beni anlamayanlar, beni anlamak
istemeyenler dudak bükenler hoşçakalın, Geçtiğim işkence tezgahları hoşçakalın.
Sahillere vurulmuş bebekler hoşçakalın. Faili meçhullerin yetimleri hoşçakalın.
Beni sevenler, destekleyenler hoşçakalın. Çocuklarım, eşim hoşçakalın
diyecek."
Vekiller,
avukatlar, gazeteciler, analar, herkes katıla katıla ağlıyor. Kameramı tutmakta
güçlük çekiyorum. Naaşı cenaze arabasına yükleniyor. Bayraklar açılıyor.
Diyarbakır'ın sokakları adımlanıyor ağır ağır. Pencerelerde çocuklar, analar
hem ağlıyor hem zılgıt çekiyorlar. Yas ile isyan iç içe geçiyor. Bu kaçıncı
cenazedir çocukların seyrettiği, bu kaçıncı tabuttur bu sokaları arşınlayan.
Bağlar'ın dar sokaklarında, kaçak elektrik telleriyle örülmüş gökyüzünün
altında, pencereler, damlar, köşe başları. Tüm Diyarbakır bir zılgıt olup
yükseliyor. Yorgun apartmanların yüzünden yas akıyor. Bir ana keskusoruzer
puşisini dürüp balkondan ses otobüsünün üstüne, aramıza atıyor. İhtiyar bir
amca yoldan geçenlere şeker dağıtıyor. Hüngür hüngür ağlamada bir ana.
Tanıklık ettiği,
haklarını müdafaa ettiği, hikayelerini terennüm ettiği yüzbinlerin arasında
süzülüyor Elçi'nin tabutu. Bağlar'ın aralarından Yeniköy Mezarlığı'na çıkıyor.
Mahşeri bir kalabalık. İmam helallik istiyor, onbinler cevaplıyor. Tabut
uçarcasına yol alıyor eller üstünde, kabrine Cizre'nin toprağı dökülüyor. Çerxa
Şoreşe marşı Fatihalara eşlik ediyor.
Tahir Elçi,
giderek eşine az rastlanan, bir arada yaşama çizgisini taşımaya ve müdafaa
etmeye çalışan insanlardan biriydi Kürdistan'da. Devletin sınır tanımayan savaş
politikaları karşısında, çok zor bir şeyi başarmaya, çatışmasızlığı ve
müzakereyi savunmaya çalışmaktaydı. 2000'lerin iyimserliğinden, liberal
sivilliğinden eser kalmayan bir ortamda, müşterek bir Türkiye fikrinin genç
kuşaklarda hiçbir şeye karşılık gelmediği bir zamanda Kürtlere ve Türklere de
aynı şeyi anlatmaya didiniyordu. Cenazede Demirtaş "Tahir'i öldüren devlet
değil devletsizliktir" dedi. Demirtaş her ne kadar devletin bütün toplumu,
özelde Kürtleri kapsayamaması, herkesi kucaklayamamasını kastettiğini söylese
de kelimenin düz anlamı, Kürdistan'da giderek yükselene, canlanan bir
perspektife işaret ediyor. 2013 Newroz'unda Öcalan'ın demokratik cumhuriyet
teklifini elinin tersiyle itip üzerinde tepinen devlet aklı, neyi kaçırdığının
farkında bilemiyorum. Ama Vedat Aydın'ın ardından Diyarbakır'ın tanıklık ettiği
bu en kitlesel cenazede açığa çıkan öfke ve yas Türkiye Kürtlerinin TC ile
duygusal kopuşunun, onto-politik bir faza geçtiğini gösteriyor. Eğer
"başkasının" değil "birbirimizin" acısını paylaşmaya niyet,
acıyı müşterek kılmaya amel etmez isek bu kopuş, Türkiye'nin literal anlamda
bölünmesini fiziki ve coğrafi kılacak kudrettedir.
Kopuş sürecinin
kronolojisi farklı noktalarda çekilebilir. Fakat nihayetinde şehirlere taşınan
ve PKK'nin klasik stratejisinin dışında yürüyen bu süreç Kuzey Kürdistan'ın
TC'den ilelebet ayrılmasıyla sonuçlanabilir. Türkiye'nin batısının Kürtler ile
her hangi bir duyguyu, en mühimi yası ve acıyı paylaşmama konusunda, her türlü
insaniyet ve hakkaniyet duygusundan uzak ısrarı, bu kopuşu hızlandıracağa,
kalıcılaştıracağa benziyor. Elçi'nin cenazesinde, Diyarbakır sokaklarında
binlerle birlikte akarken hissettiğim, bu cenazeye icabet edemeyen, bir Fatiha'ya
niyetlenmeyen, taziyeye iştirak etmeyenlerin bu coğrafyada bir geleceği
olmayacağıdır.
Bu yazı ilkin 1 Aralık 2015'te http://www.emekveadalet.org sitesinde yayınlanmıştır.
Yorumlar