Berlinale 2019

Berlin deplasmanı bu yıl fena geçmedi. Şaşırtıcı bir şekilde Forum epey iyiydi, yahut ben çok seçiciydim. Aslına bakarsan çok da film gördüm sayılmaz, 5 günde 15 film. Ama ağzımın tadıyla ayrıldım diyebilirim. Notlarımda en çok tekrar eden fiil becermek, zira filmcilik beceri ve zanaatten yoksun hale geldikçe vasatlık egemenleşiyor. İyiliğin kötülüğe galebe çalması için, beceriyi ve buna ahd-u kasd edenleri takdir boynumuzun borcu diye düşünüyorum. Öte yandan Alman hariciye politikalarını, festival seçkisinden takip etmek ilginçti. Görece Panorama'nın da politikleştiğini söylemek mümkün. Yarışma gene kepazeydi. Benim açımdan heyecan verici olan 3. Dünya'nın, Bağlantısızlar hareketinin sinemasal izdüşümlerini, erken 70'lerde sosyalist Afro ve Arap filmcilerin kollektif çabalarını görmek, uyanan halkların perdeye yansıyan düşlerini temaşa etmek ilham ve umut vericiydi. Acı olanı da "yok" sandığımızı, "vâr" oluşu, hakikatinden bihaber oluşumuzdu. Kazmaya, eşelemeye, peşine düşmeye devam.


A portuguesa
Portekiz Sinemateki'nin de küratörü olan Rita Azavede Gomes'in ilk filmi, Martel ve Gomes etkileri taşıyan temiz bir kostüme. Yer yer minyatür ve ikona estetiğine yaslanan düzgün sinematografisi ve Straub-Huillet'nin mitolojik işlerini anımsatan oyunculuklarıyla, çok da sıkmadan 17. yy Portekiz'inde, feodalite ile dinselliğin gerilimini, bir kontesin konak halleri üzerinden anlatmayı beceriyor. Tarihsel metinlerin kompleksitesi, dönem yapımlarının gerçekçilik sorunları ele alındığında iyi bir zanaatkarlık eseri. Filmin jeneriğinde dikkat çeken bir diğer mesele ise tamamen yerli yapım olması. Anlaşılan Eurimages, arte fonları İspanya'dan güneye inmiyor. Helal olsun. 


Chão
Brezilya'da sağ popülist Bolsonaro'nun iktidara geldiği bir dönemde premiyer yapması pek de tesadüf olmayan Chão, Portekizce topraksız, yurtsuz manasına geliyor. Metin Yeğin'in ilham verici belgeseli Topraksızlar ile işittiğimiz Movimento dos Trabalhadores Rurais Sem Terra (Topraksız Kır İşçileri Hareketi)'nin neoliberal yıllarda, varolma mücadelesini anlatan film, Femis ve Lumiere mezunu Camilo Freitas'ın da ilk uzun filmi olma özelliğini taşıyor. Bilhassa topografyayı müstakil bir karaktere dönüştüren ve filmi antroposentrik bir anlatıdan kurtaran geniş espasları, belgesel şartlarında oldukça stabil, sakin ve mesafeli kamerası, direnişin zamansallığını, uzamını ve yıllara yayılan sabır ve sebatını anlatmakta becerikli sinematografisini anmada fayda var. Epik bir başarı hikayesi anlatmaktan çok, direniş fikrinin metafiziğini, mekansallığını ve gündelik hayat içerisinde neye karşılık geldiğini, bir bağ maydonoz, bir demet soğan ile imgelemeyi beceren film, hafifçe sarkan kurgusuna rağmen, şimdi ve buradanın hikayesini terennüm etmenin üstesinden gelebiliyor.

Souvenir
Joanna Hogg'un, kendi kişisel hatıralarından yararlanarak oluşturduğu filmi, 16mm sinematografisi, analı kızlı Swinton performansı ve sinemanın kendisine, 80'ler Britanya'sına dair ilginç olabilecek ögeler barındıran hikayesine karşın, dönem soslu alelade bir romantik dramanın ötesine geçemiyor. İlginç olmayan bir senaryonun, vasat bir rejiyle hayata geçirilmesinin neticesinde, uyuşturucu pençesinde yitip giden bir hariciyecinin snob tavırlarıyla, anasının parasını film okuyarak yiyen bir küçük burjuva hanımın yaratım bunalımlarından ibaret vasat bir hikaye ortaya çıkıyor. Benim seyrettiklerim arasında festivalin en kötüsüydü. Bunun ardında kişisel olanın bu kadar kutsandığı bir bağlama rağmen filmin dönemsellik iddiasının çuvallamasıyla, Hogg'un kendine ve yaşadığı ikilemlerin köklerine dair yeterince dürüst ve derin bir kazıya girişmemesi yatıyor. Bu biraz da Tom Burke'ün başarılı oyunculuğuna rağmen anlamsız bir gizemle örtülen hariciyeciyle Honor Swinton'un Julie karakterinin bir ergen şapşallığından öteye geçemediği oda tiyatrosunun limitleriyle alakalı. Böyle bir portrede karaktere inanamıyor, döneme dair bir fikir edinemiyorsanız geriye tek birşey kalıyor; o da filmden bir duygu hasıl olması. Britanya'da bunu beklemek ise hayal olsa gerek.


MS Slavic 7
Forum'un sürprizlerinden olan bu sade film, Sofia Bohdanowicz'in büyük-büyükannesi, Polonyalı şair Zofia Bohdanowiczowa'nın Amerika'da sürgündeyken bir diğer Polonyalı edebiyatçı  Józef Wittlin'e yazdığı 25 mektubun izinde bir tarihyazımı denemesine girişen, çok temiz fakat tartışması çok taze ve duru bir film. Yaratıcı yazarlık eğitimi almış Detagh Campbell'in deneysel oyunculuğuna paralel, canlandırma bir belgesel tonda, materyalin yokluğunda tarihsel hakikatin ve insan tekinin kendi otantisitesine dair en temel sorusu olan "kim var imiş biz burada yoğ iken" peşine düşen film, kimlik siyasetinin tuzaklarından uzak durarak, kökler ve kimlikler üzerine bir tartışma açmayı, duru bir sinema diliyle beceriyor. Tarihle uğraşmak, hafıza ile anı arasında gezinmek, sinekten yağ çıkarmak gibi meseleleri kendine meslek edinenler için iyi bir eksersiz.


De quelques événements sans signification
Lodz mezunu Mağripli yönetmen Mustafa Derkaoui'nin 1974' yapımı filmi, sinemanın kendisini ve üretim koşullarını mercek altına alan, 3. Dünya'nın sanat ve siyasetine dair çok ilginç fragmanları bünyesinde barındıran, özgün koşullarda üretilmiş, dinamik ve geçen on yıllara rağmen taze bir film. Çekildikten sonra Madrid'de bir laboratuvarda banyo edilen ve basılan film, Paris'te bir defa gösterildikten sonra Fas'ta gelişen politik koşullar neticesinde unutulmuş. Yıllar sonra laboratuvar iflas edince, yapım şirketlerinin sahiplenmediği kopyalar Katalanya Sinematek'ine devredilmiş. Casablanca merkezli sanatsal araştırma kurumu l'Observatoire'ın girişimleriyle bulunup restore edilen kopya Berlin'de 45 yıl sonra seyircisiyle buluşurkan, Mustafa Darqawi'yi tekerlekli sandalyede ve konuşamaz halde dahi olsa aynı heyecan ve iştiyakla görmek etkileyiciydi. Yakın coğrafyaların, birbirlerine uzak olmayan hikayeleri, reddedilen ve yok edilen tarihlerin geçmişten kopup gelen hikayeleri, herşeye rağmen direnen, kameralarıyla, mikrofonlarıyla, fikirleri ve aşklarıyla direnen sinemacıların dipdiri hikayelerini, bildiğimiz, anladığımız dilde terennümleri cuşu huruşa gark etti.


Ich war zuhause aber
HfBK film profesörü Schanelec hocanın filmi, yarışmada üzmeyen, çıtasıyla şaşırtan bir hazine olarak Alman sinemasının geleceğine de umut verdi. 2018'de bir tür Bresson methiyesinin ne kadar manidar olduğunu sorgulasak da, şaşmayan ritmi, steril sinematografisi, üst düzey castıyla zanaatının hakkını veren film, bildik ve konforlu suların uzağında seyreden yapısıyla da gerçek bir auteur-ite'ye göz kırpıyordu. Vasatlığın, bayağılığın egemenleştiği bir kültürel iklimde, hakkını veren, hakikatini söyleyen bir iş vücuda getirmenin kendisi başlı başına bir iş. Hocaların hocasına en iyi yönetmen ayıcığının gitmesine şaşırmadık, ama umutlandık da. Güzelliğin çirkinliğe galebe çalmasına dair...




Variety
Kathy Acker, Nan Goldin, 80'ler, New York, yetişkin sinemaları, neonlar üstelik orjinal 35mm kopya. Hashtaglarin vaadini aşan, sinema salonunun tekinsizliğiyle, sıkı bir feminist altkültür evrenini, gerilimli bir hikayeyle harmanlayan, eşsiz sinematografisiyle bunu bir üst perdeye taşıyan film, Arda hocanın bize armağanı oldu. Filmin feminist pozisyonu, tutunamayanlar estetiği, olağanüstü mekanları, bayağı etkileyici. Nan Goldin ve Kathy Acker işbirliğinin katkısı yadsınamaz. İyiydi.



Shadow Circus
Arsenal tarafından Forum Expanded kapsamında, Savvy Contemporary işbirliğiyle Natasha Ginwala küratörlüğünde düzenlenen bu multimedya sergisi, adını aynı adlı filmden alıyor. Hindi sinemacı Ritu Sarin'in babası da Tibetli bir gerilla olan Tenzing Sonam ile işbirliğinden yola çıkan film, Tenzing'in babası Lhamo Tserring'in kişisel arşivinden yola çıkaran erken 60'larda, Tibet dağlarında Çin Komünist Partisi'nin merkezi otoritesine karşı bağımsızlık veren bir grup gerillanın hikayesini, topografya, medya teknolojileri, CIA ve 3. Dünya tartışmaları ekseninde perdeye yansıtıyor. Direniş ve arşiv ilişkisi açısından da kıymetli bir örnek olan film, coğrafyamızdan aşina olduğumuz dış güçler edebiyatının aktörler ve ilişkiler paradigması çerçevesinde, esasta neye ve nereye karşılık geldiğini, devrimci potansiyelin özüne ne kadar etki edebildiğini de dürüst bir şekilde anlatıyor.


Of Dust and Rubies
Sudanlı şair ve sinemacı Hüseyin Şerif'in tamamlayamadan vefat ettiği projenin fragmanlarından oluşan fragman, çekilememiş bir filmin mirasının ne şekilde değerlendirilebileceğini tartışmaya açıyor. Aynı zamanda şair ve ressam olan Şerif'in disiplinlerarası pratiğini çarpıcı bir şekilde yansıtan fragmanlar, sanatçının yakın ve dostları tarafından örgütlenen bir atölye akabinde şiirleriyle birlikte yeniden kurgulanıyor. Afro-Arap dünyasının orjinal imgeleriyle örülü bu film, Parajanov ve Tarkovsky ile akraba bir şiirsel sinemanın izini, yoğun bir ülke ve toprak fikriyle birlikte kuruyor. Şerif'in sürgünler ve dönüşlerle dolu yaşamının, yakın Ortadoğu tarihinin de serbest bir tasviri olan filmin tamamlanmasını heyecanla bekleyeceğiz. 


Ching shao nien na cha
Üzerimdeki tesir ve tehessüsünü itiraf etmekten sakınmayacağım büyük ustanın ilk filmini perdede görmek, büyük ikramiye gibi birşey. Üzerine söylenecek çok şey yok esasen. Alem film görsün.


Ne croyez surtout pas que je hurle
Memleketin deneysel ve essay film connosseurü üstad Yoel Meranda'nın tavsiyesizle gördüğüm Frank Beuvais'in yarım saat ötemde, bir Alsace köyünde geçirdiği yarı-zorunlu inziva döneminde  temiz bir essay ile seyrettiği filmlerden kurguladığı bu iş, didaktizmden uzak, dürüst, mizahı ayarında, kişisel olanı pornografikleştirmeyi başaran, kendi anının mütevazi bir tanıklığı. Üstelik bunu ödünç aldığı imgelerle yapmayı beceriyor. 



Talking about Trees
Adını Brecht'in mısraından alan Süheyb Gasmelbari'nin ilk uzun filmi, VGIK ve Potsdam'da okumuş Tayyib Mahdi, İbrahim Şaddad, Manar el Hilo ve Süleyman En-Nûr'dan oluşan Sudan Sinema Grubu'nun, yıllar sonra kamusal film programları yapmak amacıyla tekrar bir araya geldiği bir tür reunion hikayesi, daha ziyade umut hakkında bir film. Sürgün, sansür ve cuntanın faşizmine maruz dört sinemacı ihtiyarın, tekerrürle dolu şimdilerini, Ömer el Beşir Sudan'ının arka planında takip eden Süheyb, son derece sade ve basit hikayeyi şiirsel bir sükunet ve derinliği yakalamayı başararak anlatırken, politik olanı bayağılaştırmaktan da uzak duruyor. Sinema yapmanın, sinema ile varolmaya çalışmanın, umut ve direniş ile ne kadar içiçe olduğunu, dört inatçı ihtiyarın organik mizahıyla beraber kayda alan Gasmelbari, festivalde gördüğüm arşiv filmlerinin adeta epilogu olarak maziyi şimdi ile yazılmakta olan tarihle bağlıyor. Esasen filmin yola çıkış hikayesi de Süheyb'in İbrahim Ennûr'un VGIK'te bitirme filmi olarak çektiği Afrika, Jungle, Tamtam ve Devrim filminin kayıp kopyasını aramasıyla başlıyor. 

Türkiye'den seyrettiğim iki filmi de sona aldım, zira burası ayrı bir patolojinin ürünü. Self-haterlık bir durum yok ama memleket sinemasının bir süredir, kollektif sorumsuzluk ve suç ortaklığıyla aldığı manzara, iktidarın kültür politikalarıyla tuz biber ektiği bir kara komediye dönüşüyor. Bu iklimde seçkideki iki Türkiye filmi de de bu patolojiden nasibini alan ve cömert katkılarını sunan yapımlar.

Bu metni yazalı iki hafta olsa da bu satırlara bir türlü gelemeyişim de yayınını geciktirdi. Zira hakikati söyleme mecburiyetinin ağırlığı bazan gereksiz bir gerilime yol açıyor.



Aidiyet
Bilahare yazmayı düşündüğün Burak Çevik sineması, vaad ettiği deneyim, arayış ve çıkışın uzağında, nitelik ve zanaat noksanlığının, dürüstlükten uzak muhtelif söylemlerle pazarlandığı, bir 'nitelikli dolandırıcılık' örneği, yahut Aidiyet'i seyrettikten sonra iştirakçilerini de görünce başvurmayı daha uygun gördüğüm 'organize suç' ile tarif edilebilecek bir yapım. Haddinden fazla sert olabilecek bu ithamım, seyircilik deneyimimle adeta dalga geçen, poz kesen, adi bir şeyi bana yutturmaya çalışan bir rejiden kaynaklanıyor. Dolayısıyla bunu kabullenmek, kendi sinematografik yargılarıma, düşlerime ve düşkırıklıklarıma ihanet olacak ki, buna da gerek yok. Film, yönetmenin ailesinde yaşanan bir 3. sayfa dramını, türler arasında gezinirmiş gibi yaparak kendince hikayeleştirdiği bir çorba. İki haftada paketlendiği her halinden belli prodüksiyonu, sinema tarihimize geçecek kötü ötesi cast ve oyunculukları, kitsch numalarına yatan set tasarımı, hatalı kamera kullanımlarıyla gerçek bir bir öğrenci işi. Bilhassa filmin ikinci yarısı dizi estetiğiyle olağanüstü yorarken, bu atanamamış 3. sayfa dramını neden bir "based on a true story" trüğüyle yutmak zorunda olduğumuzu, sinir bozucu bir elektronik müzik eşliğinde sorgulamak adeta nefes kesen görsel bir şölendi.


Kızkardeşler 
Emin Alper sinemasına yaptığım haksızlık, her yeni filminde bana vicdan azabı veriyor zira hep öncekinin hakkını yeterince verememiş olduğumu hissediyorum. Kızkardeşler'in yegane başarusı da bana Abluka'yı sevdirmesi olsa gerek. Gene de Alper'in en iyi filminin ilk kısası Rıfat fikri olduğu hususunda kanaatim sabit, hatta daha da pekişti. Kızkardeşler zamansız ve mekansız, ama çoktan zamanımızın gerisinde kalmış, bir 60'lar köy romanı, adeta Fakir Baykurt uyarlaması, yahut atanamamış bir Yılmaz Güney filmi. Kadın karakterleri, kadınların kendi hayatlarına dair aldıkları kararlar, hikayebazlık gibi temalar filme dair heyecan yaratsa da neredeyse yarısı tek odada çözülmüş rejisi, şive tercihiyle komediye dönüşen oyunculukları, Cemre'nin Reyhan olmaktan uzak performansı, Müfit abinin jenerikleşen taşra tiplemesi, mekanın vaatlerinden yararlanamayan sinematografisi ve nihayetinde bir pembe dizi entrikasına dönüşen plotuyla film eşiği atlayamıyor. Coğrafi olarak Kalandar Soğuğu ile akrabalığı, kimi yakınlıklar ve imkanlar da açıyor. Mesela kaçak maden hikayesine biraz girişse, o karanlıklarda başka şeyler peyda olsa, Veysel'in meczupluğuna baksa mevzu daha farklı ihtimalleri zorlayabilirmiş. Fakat beslemelik gibi son derece 'yaratıcı' bir tema etrafında dönen bir hikayede, bir de kardeşlik gibi zaten tarihsel ve sosyal olarak oldukça yüklü bir kurumun ağırlığının altından karakterlerin kalkması güç. Kardeşleri dört başı mamur karakterler olarak görebileceğimiz bir derinlik gelişemiyor. İster istemez bu ilişkilenme biçimi, onların bireysel kararlarını, kendiliklerini gölgeliyor. Yapılmak isteneni tahmin etmek mümkün, bazen buna yaklaşıyor, çaktırıyor ama sonuçta film yapmak, bir sürü kararlar almak demek ise, burada verilen o kadar yanlış karar vark ki, vasat bir seyirci olarak bile bunları mahkum edebilmek olası hale geliyor.

Zaten mesele tam da bu. Estetik tercihle, beğeni formları, göreli ve kişisel olabilir. Sanat bu konuda en özgür olunabilecek alanlardan birisi. Fakat bir hürriyet olduğu kadar, zanaate, üretmeye ve belirli şeylerin neliğine, kendiliğine de dair hududları, kaideleri, teamülleri var. Yani o sevmediğimiz yanlışlar ve doğrular hala varlar. Bunları tekrar tarif yahut altüst edecek bir hakikat yaratamadıkça, yokmuş gibi yapmanın, güya kalıpları yıkan pozlar kesmenin manası yok. Sanat zanaattır. Zanaatın üstesinden gelemeyenin sanatkar olmasının da imkanı yok. Böyle sağcı sağcı konuşmak zorunda kalmak da trajediden payımıza düşen olsa gerek. İyi film hakkımız!

Her festivalde olduğu gibi burada da kaçırılan, yetişelemeyen, süresi göz korkutan filmler var. Önümüzdeki sene bunların da peşinde olacağız inşallah.















https://www.cineuropa.org/en/video/367763/


Yorumlar

Bu blogdaki popüler yayınlar

Eylül

Hakikati söylemek, toplumu savunmak

düğün ve nikahlara neden icabet etmiyorum