hesaplaşmanın imkanı

-öncelikle baştan şunu belirtelim. bu yazı belirli bir topluluğun, kurumsal niteliği olmayan bir cemaatin deneyimleri ve hafızası ışığında yaşadığımız toplumsal ve siyasal duruma dair bir eleştiri üretme iddiasını taşıyor. iktibas ettiğim yazıya ve yazdığım eleştiriye konu olan faillerin otobiyografilerini, ilişkilerini, tavır ve tutumları burada malzeme etsek de nihayetinde şahsi ve muhterem olana saygımızı da yitirmemeye gayret edeceğim. mahremiyetin sınırları ile umumi ve toplumsal olanın başlangıç noktası ayrımı giderek daha geçişken ve belirli siyasal müzakerelere mevzu bir hal alsa da, yürütmekte olduğumuz tartışmaya halel getirmemek adına bu yazıda birilerinden bahsedeceğim ama "birileri"nden bahsetmeyeceğim. sütten ağzımız epey yandı, ondan. ayşe teyze yahut başka teyzeler, okurlar, arkadaşlar belki bu çıkarımlarımı abartılı veya fazla politize bulabilir. yine de kendi okumamı, tevil ve tefsirimi beyanda bir sakınca görmüyorum. belirli bir mahremiyeti ihlal ettiğim kanısı da oluşabilir. biraz da ayşe teyze'den aldığım cesaretle bunu tartışmaya açmak bir beis görmüyorum.

HANGİSİ? "HAK YOL İSLAM"MI? "HAYAT SEVİNCE GÜZEL" Mİ?
Geçenlerde tamamı arkadaşlarımın başörtülü, üniversite tahsilli kızlarından oluşmuş bir koronun konserini izledim. Sadece hanım izleyiciye yapılan konser her şeyi ile çok güzeldi. Konser "hayat sevince güzel" şarkısı ile bitiyordu. Salondaki yaşlı genç hepimizin iştirak ettiği bu şarkının ardından genç kızlar "hayat sevince güzel" sloganı atınca "hak yol İslam"dan "hayat sevince güzel" e gelen güzergahı düşünmeden edemedim. Nereden nereye sorusunu paylaştığım annelerden de "her ikisi de olmalı, biz yanlış yaptık, birincisine önem verip ikincisini kaçırdık ve mutsuz olduk" sözlerini de işitince çelişkiler yumağı halimizi bir kez daha fark ettim. Kendimi bunların hiç birisinin dışında tutmuyorum. Başkasını anlamaya çalışırken kendimi de anlamaya çalışıyorum. Korodaki çocukların bir çoğunun ailelerini çok önceden tanıyorum. Hepimiz o dönem üniversiteli başörtülü bir azınlık gurubuyduk. Aramızda ailelerine rağmen örtünenler de vardı, ailelerinin isteği ile örtünenler de. Ancak hepimiz bireysel özgürlüklerimize düşkündük, başörtüsü kendi tercihimizdir vurgusunu yapıyorduk, hayatımıza dair kararları kendimiz veriyorduk. Din adına dayatılan geleneklere, Cumhuriyet'in dogmalarına, modern dünyanın dayatmalarına, tüketim kültürüne karşı direnerek "İslami bir hayat" kurmaya gayret ediyorduk.
Kendi bireysel özgürlük alanımıza kimseye müdahale ettirmezdik. İnançlarımıza göre yaşarız, bize kimse karışamaz anlayışı o zamanın ruhu olarak bünyelerimize işlemişti.

Epeydir düşünüyorum. O zaman verdiğimiz mücadeleyi çocuklarımız aynı argümanlarla başka bir hayat tarzı için bize karşı verselerdi ne yapardık acaba? Tıpkı bizim ailelerimize söylediğimiz gibi "hayır, ben senin inandığın biçimde inanmıyorum, senin doğrularına göre yaşamak istemiyorum" dese... ne yaparız? (Bunları yazarken kendimi Allah korusun derken buldum)

Onlara "bu sizin özgürlük alanınız" diyebilir miyiz? Onlara ne kadar özgürlük alanı bırakırdık kısaca?

Örtünmenin gerekçesini namusa bağlayan gelenekçi İslamcı yaklaşıma karşı mücadele eden, erkeklerin eşleri üzerindeki tahakkümünden, eşin görevlerine birçok noktada İslam'ın esasına vurgular yapan özgürlükçü dindar anneler olarak kızlarımıza aktardığımız değerlere neler oldu konusunu tartışmamız gerekiyor.
Benim genç kızlığımda, sonrasında örtünmeyen de örtünen de arkadaşlarım oldu. Onları ne daha iyi ya da daha kötü, ne de ayıplama ya da onaylama duygusu ile değerlendirdim. Arkadaşımdılar o kadar. Ancak bugün muhafazakâr ailelerde gördüğüm tersi tablo kendi gençliğimize götürüyor. Bir zamanlar bize "aaa örtünmüş" diye hayret edenlere verecek çok cevabımız vardı. Peki, bugün "aaa falancanın kızı örtülü değil, ne ayıp" diyen kendi sesimize karşı verecek cevabımız var mı? Bir başka taraftan da Cumhuriyet rejiminin dogmalarına karşı çıkan ruhumuz, muhafazakârlığın dogmalarına neden boyun eğiyor. Kendimiz için savunduğumuz özgürlükleri çocuklarımız için de bir değer olarak savunduğumuz zaman belki de gardırop Müslümanlığı tanımına karşı durabiliriz. Yoksa geriye dönüp baktığımızda bıraktığımız izlerin hiç birisi İslam'ın esas değerlerine ilişkin olmayacak.
 yazının tamamı için

III. dönemin, yani AKP'nin 12 haziran seçimleri sonrasında elde ettiği zaferin ardından gelişen III. iktidar döneminin, iktidarda doldurduğu 10 yılın son devresinin bizim cenahta; yani İslamcı hafızayı taşıyan yahut hatırlayan kesimlerde yarattığı genel trend bir tür özeleştiri. bir tür, zira bu özeleştirinin devrimci bir hesaplaşmadan, hukuğu olan bir ödeşmeden ziyade üstü kapalı günah çıkarma yahut sorumluluğu üzerinden atmaya yarayan kaçamak itiraflardan oluştuğunu gözlemliyoruz. sonuç itibariyle hesap vermek ve hesap sormak üzere kurulu bir itikadı terk edenlerin, hukuku, hafızayı, bedeli gündem dışına alanların da yapabileceği bundan ibaret. hakikatten biteviye kaçmak, çözümü kaçamak yanıtlarda aramak.

ayşe böhürler, yani benim ayşe teyzem, üzerimdeki bedelini ödeyemeyeceğim hakkını bir yana bırakabilirsem, siyasal kariyerini ve mevcut pozisyonun savunabileceğim, üstlenebileceğim birisi değil. siyasal anlamda "birisi" yani, yoksa benim için ziyadesiyle "biri" orası başka. yenişafakta 2006'dan bu yana yazdığı ve benim -daha iki sene oldu zannediyordum ama neredeyse altı sene olmuş- son iki senesini daha dikkatle takip ettiğim yazılarında belirli bir hafızayı çağıran, onu da hesaba dahil eden ve şimdiye dair salt "nasıl" diye değil "neden" diye soracak kadar sesini yükseltiyor. benim de daha ziyade hoşuma giden, heyecanlandıran kısmı işin bu tarafı. ayşe teyzenin yazılarında bir şekilde ortak olduğumuz bir hafızaya, cemaata, ortama ve döneme dair verdiği referanslar da ufak kimi zaman ürkek adımlarla dahi olsa onunla bir tür hesaplaşmaya, o hafızayı bugünle konuşturmaya ve soru sor(dur)maya yönelik mütevazı ama dirayetli çabası.

gündelik, bireysel ve görece -bizim açımızdan tabii- mahrem olanı, politik olanın mevzusu ve gündemi yapmak biraz post-yapısalcı siyasetin meselesi. büyük anlatıdan, makro iktidar hesaplarından, hegemonik ilişkilerden, ataerkil düzenden kaçınan bir siyasal temayülün siyasal metodolojisi. bizim islamcılığımız da böyle bir "post"luktan beslenen ama metamorfik bir "sonra"ya değil, ihyacı ve inşacı bir "neo"ya talip bir islamcılık olduğundan siyasetimiz de biraz buralardan besleniyor. bu işin teorik kısmı tabii. bundan ayırmaksızın fiili gerçeklikte de hem şahsen hem de bir şekilde örgütlü/ örgütsüz ilişkiler itibarıyla içinde bulunduğum cemaatin, sosyal çevrenin koşulları ve hafızası da biraz böylesi bir siyaseti çağırıyor.

bu cemaati biraz açmak gerekir kanımca. cemaat derken tabii bir tür topluluğu kastediyoruz, bugünkü popüler siyasi kültürde dolaşımda olan manasıyla değil. büyük çoğunluğu taşra kökenli, pek azı istanbul doğumlu. kaba bir hesapla büyük kısmını '78 kuşağına dahil edebiliriz. ±10 hesabıyla yapmak lazım bunu tabii. yani daha kaba bir genellemeyle '60-'70 doğumlu olanlar. '70'lerin ikinci yarısnda, kimisi '80 sonrasında üniversiteye girmiş, henüz örtünmeyenler dışında pek çıkamamış bir kuşak. ekserisi tıp fakültelerinde okumuş, çok erken olmayan yaşlarda evlenmiş, aile kurmuş insanlar. aralarında hapse düşeni hemen hiç yok, taşradaki ailelerini de iyi bir mülkiyetleri olmuş, yılmaz güney değiller yani. işte ben, biz o kuşağın evlatları arasında görece ikinci nesli oluşturmadayız, birinci nesil kör topal da olsa imam-hatip bitirip bir tür zorunlu sürgün koşullarda yurtdışında okuyup bugün artık bebekli olanlar. ikinci nesil de benim de mensubu olduğum henüz üniversite bitiren, ekserisi süratle evlen(diril)en, yeni orta sınıflıklara talip pırıl pırıl insanlar.

yukarıdaki kısa biyografiden anlaşılacağı üzere bu kuşak sosyo-ekonomik ibreyi üniversite yıllarında dahi iyi halli işçi ailesinden hızla alt-orta sınıflığa yükseltmiş, bugünse gayet küçük burjuva hayatlar yaşayan bir kesimi oluşturuyor. şehirliliğin getirdiği kültürel gelişim kendi içinde pek lisansüstüne erişmese de bugün artık akademisyenliğe, kültür endüstrisine talip bir jenerasyonun ebeveyni olmakla övünülüyor. müziğin caiziyeti tartışmasından, (kız) çocuklarına gayet harem esintili fantezilerle ud-kanun-keman dersleri aldırmaya varan, kendi fıkıh-hadis-tefsir okumalarından çocuklarına etsiz sütsüz "abi" ve "abla"lar tarafından verilen gayet kontrollü ve acısı alınmış içeriği ve sorusu olmayan islami ilimler dersleri aldıran bir kuşak yani.

cesaretimi bir kez daha ayşe böhürler'in bu kuşağın fiillerini ve kendisinden sonrakiyle ilişkisini masaya yatıran eleştirelliğinden aldığım belirterek devam ediyorum. ayşe böhürler tam da bu tespitlerle soruyor "nereden nereye?". kendi kuşağının İslama, (müslüman) kadınlığa, hayata, devlete dair meselesinden ve tartışmasında  bugüne ne kaldıyı soruyor. sorunun sorulduğu mekan ve vaka da epeyi manidar. böhürler salt kızlardan oluşan bir hanende meclisinde okunan bir şarkının sözlerinden yola çıkarak, hissettikleri yazıyor. bayağı affective bir durum sözkonusu olan, politikasına yansıyan. başkalığı hedefleyen bir siyasal iddiadan, şimdiliği, dünyaluğu arzulayan bir siyasa evrilen bir dünya görüşünü merceğe alıyor. sorduğu soru ve hissettiği çelişkiye karşın aldığı cevap da önemli "her ikisi de olmalı, biz yanlış yaptık, birincisine önem verip ikincisini kaçırdık ve mutsuz olduk. 

radikalizmin önceleyici siyasetin bedelini bireyin "bireyliği" öder. radikal siyasetin ardıllarının, muhafızlarının hatıralarında, hele ki bir de siyasal bir revizyonizm sözkonusuysa hep "yaşanamayanlar" yer alır. hayatın zevklerinden, güzelliklerinden dem vurulur. bundan etkilenen bir kısım radikal hatırada "radikaldik ama pek de mutluyduk" tadında artık meşrebine göre kadınlardan, meclislerden, olmadı çay sohbetlerinden, dağda köze gömülen patateslerden dem vuran bir literatür dahi mevcut. sonuç itibariyle ister revizyonist ister radikal olsun siyasal olanın şiddetiyle cedelleşemeyen, onu sürdürülebilir, tutarlı bir forma dönüştüremeyen her bireyin yaşadığı açmazlar bunlar, hep böhürler'in hem de ona cevap veren "teyze"nin yaşadığı. tabii kendi siyasal savruluşlarını, çözülüşlerini, terkedişlerini bir mutluluk/mutsuzluk dikotomisiyle açıklayan siyasal akıl, yegane meşruiyetini dünya nimetlerinden faydayı yol eden bir hatta bağlıyor. hal böyle olunca, her yer roma.


kendi savruluşunu, çelişkilerini çocuklarının yaşamamasını bir değer, bir ilerme kılmaya gelince. islamcılığı bir tür post-kolonyal siyasal tecrübe, faillerini de aynı minvalde modernin taşrasından merkezine "ilerleyen" bireycikler gibi ele alabilirsek, sözkonusu ilerlemenin de nihayetinde iddiadan vazgeçişe dayanan bir mantığa sahip olduğunu tesbit edebilir. peki hakikaten de vaz geçebilir miyiz? benim tecrübem, kuşağımın tecrübesi bunun pek de mümkün olmadığını, çok yüksek ahlaki bedeller gerektirdiğini gösteriyor. bizden öncekilerin ödemediği bedellerin, tüketmediği tartışmaların, yapmadığı hesaplaşmaların yükü ve faturası omzumuzdayken hayatta bir yol tutmanın, bir yol almanın, bir yol açmanın imkanları ortada. dolayısıyla ayşe böhürler'in yaşadığı çelişki bugün daha kompleks haliyle bize de miras.

yazı kendi kuşağının yazıp/çizenlerinin -hepsine teyze dediğim, dizinde büyüdüğüm, çocuklarıyla akranlık ve kavga ettiğim insanlar bunlar- yaşadığı bir hayalkırıklığı duygusuyla açılıyor.yaşanan hayalkırıklığı aslında yirmi yıldan bu yana bildiğimiz, hissettiğimiz, gördüğümüz ve öngördüğümüz bir siyasal fenomenin artık yüzleşmek şöyle dursun bir vidannjörün tam durduğumuz yerde infilak edip kanalizasyonunu üstümüze boca edişi -evet izzet yasar- gibi zuhur etmesi esasen. böhürler'in cesareti aslında bu zuhurun da bir etkisi aslında. içinde bulunduğumuz siyasal şizofreni halinde %50'ye dahil akli melekelerini en azından hafızasını tamamıyle yitirmemiş ufak çaplı bir gürühun -istanbul islamcılığının çekirdeği diyelim bunlara- küçük çığlıkları bunlar. 

çığlık biraz hafife kaçmış, iradesiz gelmiş olabilir, ama değil. böhürler'in evvelki yazılarında da yaptığı gibi, kendi failiyetini de dışlamaksızın yazılarında merceğe aldığı, eleştirel bir tavır takındığı fiilleri kendi sosyal çevresine referansla faillerini de içererek köşesine taşıyışı, mehmet efe ve akif emre'den sonra benim İslamcı camiada gördüğüm en cesur adımlardan birisi. cesareti el'an yazdığı yazıda değil. fakat sorusunu sorma, kaynağını arama ve hesaplaşma biçiminde. kaçmayan, aynaya bakan, durduğu yeri bilen bir bakış. işte bu bakış, yaşadığımız bu iktidar tecrübesinin yarattığı kıyımın, talanın, çözülüşün, tahribatın ardından yaşayacağımız çöküntü döneminde çok arayacağımız bir şey.

yazarken fark ettim ki bu yazı, bu mesele daha çok su kaldırır. bu dönem yürüttüğümüz her tartışmada olduğu gibi burada da bizi yalnız bırakmayan hafıza ve cemaatin durumuyla daha meşgul olacağız. şimdilik doğrudan faillerinden ve bireylerden bağımsız olarak giden bu macerada sıra doğrudan hesaplaşmaya ve yüzleşmeye de gelecek elbet. ama ondan evvel daha eteklerimizde dökeceğimiz çok taş var. imanınız buysa biz buna munafığız diyen, redd-i miras eden neslimizin hesap verme ve hesap sorma mücadelesi sürecek. ayşe böhürler'e ve "teyze"mize de bu vesileyle bir kez daha teşekkür etmiş olalım.

Yorumlar

Adsız dedi ki…
aldığımız derslerin harem esintisinden pay biçebilecek tek insansın herhalde mustafa.

bir kısmın anneleri kadınlara özel konser vermemizi yadırgarken, aman nolcak sahneye çıkıp erkeklerin önünde çalınsın derken, asitane vs derneklerde kadın hocalar sahnelerde şarkı söylettirilirken bu grubun hayır amaçlı ve sadece kadınlara konser verme talebini nereye oturtuyorsun? ayrıca bunlar yıllarca hanımlar ilim kültürde de yapıldı kızlar çaldı söyledi hanımlar dinledi meşk oldu ilahi oldu yeri geldi türkü oldu. eski köyün yeni bir adeti değil.

ha bi de evlendirmesinler de napsınlar, kızını üniversiteye yollayan aşık olacağını da hesaba katacaktı :)

yazı güzel ellerine sağlık

selam
habil dedi ki…
eyvallah mustafa. özeleştiriden yedikleri ekmekler burunlarından gelir inşallah. selamlar
hümeyra dedi ki…
yazarından gayri şahsi tutamayacağım yazı üzerindeki "teyze" hassasiyetini bir kenara korsak, alkışlayacağım da.. "hak yol islam" dan "hayat sevince güzel"e giden güzargahta hayatın 'sevmeden dahi' güzel olabileceği bir kuşağa kanal açmaktan endişeliyim, zira topu "tuttuğumuz" nokta ortada.

bir de anonymous, keşke eski köye yeni adet getirmiş olaydık da övüneydik, mazisine yaslanmaktansa

selametle
hanzalan dedi ki…
Harem esintisi benim de yazarken aklıma geldi, o da şurdan. Henüz islamcıların neo-osmanlıcığa öykünmediği zamanlarda, ablam tarih vakfından çıkan "osmanlı adet merasim ve tabirleri" adlı bir antoloji okurdu. orada "hanende" ve "sazende" diye birşey görmüştüm. haremde sanat icra eden, kadın musikişinaslara verilen ad bu. o harem bu harem olmasa da "fantezi"nin kaynağı malum. biraz abartıya kaçtığını düşünmedim değil, ama olsun, ajitasyon bizim işimiz.

sözkonusu etkinliğin mahiyetini de, katılımcılarını da nihayetini de iyi biliyorum. İslamcı bir siyasal iddia olarak sosyal adalet meselesinin nasıl "hayırseverlik" gibi altı boş, içi boş, ufku boş bir 19. yy kavramına indirgendiğini, bırakalım hümeyra arkadaş anlatsın, ona kusar arkadaşlar. ama benim derdim keşke bu arkadaşlar(ım) musiki becerileriyle hakkaten müzik icra etseler, hakkaten müzik için müzikle uğraşabilselerdi. heyhat, alev erkilet islamcılıkla muhafazakarlık arasındaki en büyük ayrımın "araçsalcılık" olduğunu boşuna söylemiyor. salt islama değil, her şeye karşın bir araçsalcılık.

evlenmekle, "evlendirilmek" arasındaki failiyet farkının altını yeterince çizdiğimi zannediyorum. çevremizdeki evliliklerin ne kadarının ideal, ne kadarının sevişerek, ne kadarının sınıfsal arzulardan bağımsız olarak gerçekleştiğini bir on sene sonra başlayacak olan boşanma furyasıyla hepberaber seyredeceğiz, acıyla. ya da ben böyle haneke tadında korkunç müslüman aile portreleri çizerim, full tekfir.

falan filan, anonim de olsa yorumuna teşekkür ederim.

Bu blogdaki popüler yayınlar

Eylül

Aralık

23 Nisan