Venedik 75'

Voshkozdneye



İhanet, sadakat ve büyük insan meselesini çok çarpıcı bir şekilde tartışıyor. Bir bakıma sosyalist insan tahayyülünün anlatısı. Yer yer ultra mesiyanik, ortodoks imajlar, epey Tarkovskiyen çağrışımlar yaratıyor ki Larisa Shepitko da reyizin yakın dostu o dönem. Pek film yapamadan kaybetmiş olmamız üzücü.

Anons


Kuzguna yavrusu anka gelir durumu bu film için de geçerli, ama dürüst olacağım bu kadarını beklemiyordum. İyi kötü yaptığımız, çalıştığımız filmlerin çıtası bellidir. Sanırım en çok emek verdiğim, en fazla meşakkatle cebelleştiğim de bu oldu on yılda. Gördüğüm kadarıyle değmişe benziyor. Rejisi ve estetiği çok güçlü, sıkıcı gelebilecek oldukça niş hikayesine karşın son derece derli toplu ve ritimli. Ercan Kesal metnini, bir üst seviyeye çıkaran, iyi çözülmüş, doğru karar verilmiş sinematografisi bence Türkiye'de olmayan bir kara mizah örneğini, çok zor bir mesele etrafında ustaca veriyor. Bunu yaparken ne bir Genç Sivil cıvıklığında Kemalizm eleştirisi, ne de nostaljik bir ordu güzellemesine düşmemesi, Yozgat Blues'den de aşina olduğumuz meselesine olan dürüstlüğü ve sadakatini bir kere daha hatırlatıyor, üstelik memleketin 12 Eylül'den sonra yaşadığı en büyük anaforun içinde, tüm politik riskleri alarak bunu yapıyor olması, Mahmut Fazıl'ın pergelin bacağını nereye hizaladığı, ne olursa olsun oradan neden taviz vermediğiyle doğrudan alakalı. Bu tutarsızlık aleminde kıymeti bilinmeyecek, takdir ve taltif görmeyecek olsa da, memlekette "iyi ki var" diyebileceğimiz üç beş filmden biri olması da kafidir. Kişisel olarak filmin dönemin medya aygıtlarıyla, bilhassa radyoyla kurduğu alaka, daha evvel sinemamızda görmediğimiz türden bir medya spesifik yaklaşımın da örneğini teşkil ediyor. Sabık darbeci Talay Aydemir'in ifadesiyle "radyoya yenilen insan", Devrim otomobillerinin hikayesindeki gibi tipik bir modernleşme dramını çağrıştırsa da müstakil olarak medya meselesinin ufkuna dair oldukça erken bir ikazı içermesiyle oldukça orjinal ve takip edilmesi gereken bir hat gibi duruyor.

12 Anos de Noches



Uruguay devlet başkanı Jose Mujica'nın iki yoldaşıyla beraber 12 yılını geçirdiği hapishane günlüklerini esas alan film, müziğin susmadığı Netflix yapımı bir Babam ve Oğlum versiyonu, yahut atanamamış bir Diyarbekir zindanı hikayesi. Hunger veya Stammheim gibi türünün epik örnekleriyle mukayesinin abes kaçacağı film, daha ziyade Mujica'nın Güney'de estirdiği rüzgarın popülaritesini Netflix kasasına aktarmanın yollarını kovalayan bir açıkgözlüğün neticesi gibi duruyor. İşin bana koyan tarafıysa, Condor operasyonuyla Güney Amerika'da sömürge sonrası sosyalist ve demokratik siyaseti tarumar eden, kıtanın hayat damarlarını kesip yerini korkunç insanlık suçlarının faili diktatörlüklerle ikame eden Amerikalıların yıllar sonra bu günahlarından nedamet getirmek şöyle dursun, bu gibi ucuz hikayelerle ellerini gene parayla yıkıyor oluşları, işin kaymağını yemekten geri durmamaları. Tek kelimeyle mide bulandırıcı.

Charlie Says



Festivalin sürprizlerinden biri olan film, müritleri Polanski'nin karısı Sharon Tate'i öldürdükten sonra nam salan bir tür sapık tarikat şeyhi Charlie Manson'un hikayesine odaklanıyor fakat bana kalırsa esasen epik bir IŞİD metaforu olduğu da söylenebilir. Amerikan 68'inin de finalini simgeleyen Manson'un hikayesi, dönemin muhafazakar egemenlerince bu arzu ve özgürleşme cereyanının köküne kibrit suyu dökmek için iyi bir karşı anlatı olarak kullanılmış olsa da, meselenin özünde yatan aşkın hal oldukça bıçak sırtı ve bir o kadar kafa açıcı bir hatta ilerliyor. Hapishanedeki "ıslah edici" aydınlanma sekansları, yönetmenin sert eleştirilere karşı sığındığı emin bir liman olarak dursa da filmin 69'o döndüğü flashbackler oldukça güçlü. Oyunculuklar da bunun fazlasıyla altından kalkıyor. Finali ise "gerçek olaylara dayanan" bir filmin ille de bir trajediyle bitmek zorunda olmadığının altını çizen zeki bir ters köşe. Kanonun biraz daha dışına çıkmaya cesaret etse rahatlıkla bir köşetaşına dönüşebilecek olsa da kesinlikle seyretmeye ve dahası tartışmaya değer bir yapıt.

Napszállta



Nemezs'in ikinci filmi, ilkinin çıtasını yakalayamasa da 35mm anamorfik şöleni ve cömert yapımıyla gene de belirli bir düzeyi yakalayan, atmosferi güçlü fakat hikayesi zayıf bir dönem filmi. Bilhassa senaryosunda tekrar eden motifler, bir süre sonra inandırıcılık eşiğini geçse, kamerasının kafası karışsa da tipik bir Nemezs filmi seyrediyoruz ki kötü bir fikir olmasa gerek. Şimdinin "uzun" filmlerinin hemen hepsinde olduğu gibi bunun da sıkı bir Ayhan Ergürsel makasına ihtiyaç duyduğunu eklemeli.

La Quetiud


Trapero daha evvel seyretmemişim ama birşey de kaçırmamışım doprusu. Sulusepken bir pembe dizi tadındaki film, babalarının geçirdiği rahatsızlıkla tekrar bir araya gelen iki kızkardeşin arzu ve kıskançlık dolu hikayelerinin, Güney Amerika'nın kanlı tarihine bağlanan güya bir hesaplaşmayla sonlandığı, müziğin hiç susmadığı, karakterlerin yüzeysellikten kartonlaştığı, kameranın bir an bile sabit duramadığı, iki kızkardeşin yakınlıklaşmalarında güya göz kırptığı lubun sulardan da aradığını bulamayan bir melodrama. Netflix olmasa da bir Sony Pictures yapımı olduğunu eklemeli

The Sisters Brothers



Aslen bir uyarlama olan film, hikayesiyle tipik bir kovboy filminden uzak olsa da orjinalitesi olmayan sıkıcı sinematografisi ve sarkan temposuyle Audriard'ın Un Prophete dışında çıtanın üstüne çıkamayan sinemasının tipik bir örneği. Bununla beraber mizahı ve oyunculuklarıyla kendini seyrettiriyor fakat finalde bağlandığı noktanın bir açgözlülük kıssası ve döne gele "ev" fikri olması senaryoyu Mecidi mi yazdı dedirtmiyor değil.

Blood Kin

Joshua Oppenheimer'in yapımcılığını yaptığı kısa belgesel, suç ve kan bağı meselesi üzerine sıkı bir arkeoloji. Gereksiz bir Amerikan belgesel estetiğiyle şekillense de sorusu ve tartışmasıyla Oppenheimer imzasını da hakkıyla taşıyan güzel bir iş. Yakalamalı

Magic Lantern

İnanılmaz kötü bir işçilik ve prodüksiyonla çekilmiş, Naderi'yi jenerikte görmesek atananamış bir öğrenci işi sayılabilecek film şiirsel bir aşk masalıyla, sinemanın şiirselliğine bakmaya çalışırken biteviye tekrar eden planları, olağanüstü kötü oyunculukları, özensiz rejisiyle inandırıcılıktan uzak, duygusunu geçirmekte çuvallayan tuhaf bir film. O kadar tuhaf ki "acaba?" da dedirtymeyi başarıyor.

Ozen


Emir kardeşimizin yeni filmi, gene kendi çizgisini koruduğu, umumi kurgu sorununa karşın temiz kamerası, oyunculukları ve yine disiplin meseleleri etrafında dolaşan temasıyla kalite vaad ediyor.
Bağzı şeylerin çizgiyi koruması ne güzel. Muhtemelen Aslan'a yürüyecek bu genç ustayı takipte kalın.

I Diari di Angela- Noi due cineasti



Yervan Gianikian ile partneri Angela Ricci Lucchi'nin arşivine odaklanan bu günce-film, sanatçı bir çiftin entelektüel yolculuklarının da çok sahici bir otobiyografisini görselleştiriyor. 80'ler Türkiye'sinden savaş sonrası Saraybosna'sına etkileyici film ve video arşiviyle Lucchi'nin sulubuya eskizleri ve güncesinden oluşan film, çiftin serüvenine seyirciyi de çok tatlı bir şekilde dahil ediyor. Başka bir düşünme ve yapma pratiğine dair etkileyici ve samimi bir film.

Heşt o Ayeneh


Venedik'te de gördüğüm en iyi film gene bir restore klasik olması tesadüf olmasa gerek. İbrahim Gülistan'ın 69' tarihli eşsiz yeni Gerçekçi epiğini perdede restore görmek eşsiz bir deneyim oldu. Ultra kontrast, anamorfik sinematografisi, devrim öncesi İran toplumun bir anatomisi, şehir ışıkları, kadın ve erkek ilişkileri, gelenekle modernitenin kıskacındaki bireylerin iç hesaplaşmaları, güçlü oyunculukları, dar mekanlarda ustaca çözülen rejisi, geniş espaslarıyla Farhadi sinemasının da ilham kaynaklarından olan film, şimdiye dair da çok şey söylüyor. Çağdaş İran toplumunda entelektüelin yerini de tartışmaya açan, kadın karakterlerinin özgürleşme anlatılarıyla Ortadoğu modernleşmesinin yapı taşlarını söken, finaldeki yeitmhane sekansında Füruğ'a da göz kırpan, meyhane sahnelerinde Vesikalı Yarim'i hatırlatan Gülistan, bugünkü tahayyüllerin dışında kalan, ama bir zamanlar çok da yakın olan başka bir İran hikayesi anlatıyor.

Vox Lux



Tam manasıyla zamanının ruhunu, 21.yy hallerini ve milenyumun gelişini portreleyen, terör ile şov dünyası arasında sıkı bir irtibat kuran, iyi oyunculuğu, pelikül estetiği, tekinsiz atmosferiyle Black Swan'i fersah fersah sollayan bir yapıt. Charlie Says'ın de açtığı kulvardan devamla bir tür sınır egzersizi olarak köktenci şiddetin köklerini, görme ve gösterme dünyasının kodları üzerinden tartışan film, milenyumun ruhunu da tasvir etmekte oldukça başarılı bir estetik dil kurmayı beceriyor.

Jinpa



Kiarostami esintileri taşıyan bu Tibet kovboy filmi yer yer Akasya'yı da anmsatıyor. Kimi yerlerde hafif klişeye düşse de, sakin temposu, Wang Bing sinemasını hatırlatan olağanüstü coğrafyası ve adeta 16mm kamerasıyla kendini izletiyor. Vakit kaybı olmayacak orjinal bir film.

Nuestro Tiempo



Kimi kuşkularla gitmiş olsam da pişman etmeyen Reygadas'ın son filmi, gereksiz uzunluğuna karşın Post Tenebras Lux'a nazaran daha insani temalara değindiğinden olsa gerek bana gayet çekici gelen bir film oldu. Kendi, karısı ve çocuklarının oynadığı bu ilişki bunalımı hikayesinde Reygadas, kankası Nuri Bilge'nin İklimler'inden esinler taşıyan, metin olarak onun ötesinde olmakla beraber ahlaki tartışmasında kötü örnekten kötü ders çıkarmışa benzeyen bir film. Anamorfik kamerasıyla gene pastoral bir epiğe düşen, finaldeki boğa sekanslarıyla coşturan film, Meksika kırsalında ontolojik bunalımlarına deva, orta sınıf sıkıntılarına heyecan arayan bir çiftin dramına bizi ortak etmeyi başaramasa da Reygadas'ın otobiyografik tecrübelerinden hareket ettiği sır olmayan metni, yer yer orjinal bir tartışmaya kapı açıyor. Bu son derece kişisel beğenimin bu aralar kafamı meşgul eden meselelerle alakasını bir yana bırakırsak, bu kendini bulamama halinin en azından dürüst ve şımarık bir portresini gördüğümüzü söylemek yanlış olmaz. Şımarık sıfatının ise Silent Light sonrası Reygadas sinemasının ciddi bir karşılığı olduğu konusunda netim. Günün sonunda biraz kendine kimi dost edindiğinle de alakalı birşey. İnsanın ahlaki hesaplaşmaları, günah ve kötülüğüyle cebelleşmek arayışındaysa Reygadas'ı Aga Bilardo'da Zeki abiyle bir çaya bekliyoruz.

Robby Müller Master of Light



Festivali kapatırken heyecanla gittiğim bu belgesel, 2016'da Amsterdam'da Eye'da, 2017'deyse Berlin'de Deutsche Kinemathek'te gösterilen aynı başlıklı serginin içeriğinden montajlanmış vasat bir belgesel. Müller'in artistik dünyasını çözümlemekten uzak, beraber çalıştığı yönetmenlerin vasat hatıralarını Müller'in inanılmaz arşiviyle harmanlayan film, büyük ustanın iç dünyasından birkaç kare görmek pahasına kendini seyrettirse de kötü bir sanatçı portresinden öteye geçmiyor. I Diari di Angela ile mukayese edersem kötü bir arşiv işi nasıl olurun bir örneği.



Yorumlar

Bu blogdaki popüler yayınlar

Eylül

felahçilar*

Aralık