Kul Enes'in ceketi...
Yine bir Salı, Yenibosna'da Adli Tıp'un önündeyiz. Hava yine kapalı değil belki, ama yine rüzgarlı. Adli Tıp'ın önünde güller açsa ne yazar sonra. Yine keder, yine acı. Bu sefer polis fişeğiyle değil, "kaza" sonucunda ölen kardeşimizin cenazesini beklemedeyiz. Çok uzak, çok yakın, çok tuhaf. Onlarca genç kaldırımlara birikmiş, gözler ağlamaktan şişmiş, ard arda yanan cigaralar ve annesinin, eşinin kesintisiz hıçkırıkları.
Açıkçası Enes'i pek tanımazdım. Felahçı gençlerden yanında tanıdığım, balık hafızamla hep birbirine karıştırdığım Eneslerden biriydi. Ama değildi. Genco vefat haberini verdiğinde de anlamadım önce hangi Enes olduğunu. İnanmak istemedim biraz da belki. Tanımadığım, tanışmadığım bir Enes olsaydı. Ama olmadı. Bizim Enes'ti. Gencecik, evleneli daha 5 ay olmuş Enes işte. Delikanlı Enes.
Bosna'dan döndükten sonra, okuldaki son ders dönemimde örgütlediğimiz Mızraksız İlmihal Atölyesi'nde tanımıştım Enes'i. Dünyaya bakışı, İslam anlayışı, okulla ve arkadaşlarıyla ilişkisine dair uzun boylu kanaat sahibi olmuşluğum oradandır. O zamanlar bünyesinde faaliyet yürüttüğü Şura heyetinin, okula yeni kaydolan Müslüman öğrencilere yönelik olarak her yıl geleneksel bir şekilde yayınlanan metne dair bir tartışma yürütmüştük. Enes, bizzat dahli olduğu metni şimdiki haleflerine kıyasla çok daha anlayışlı bir perspektifle tartışmaya açmış, en azından eleştirileri dinlemeye tenezzül etmişti. "Kol kırılır yen içinde kalır" beyanı üzerine, atölyenin temel hattı olan eleştiri / özeleştiri meselesi üzerine arkadaşlar epey birşeyler söylemişlerdi o zaman.
Enes'in ilk başta, atölyeyi kadın ve erkek öğrencilerle beraber yapmaya şerh düştüğünü hatırlıyorum. Fakat sonrasında gidişatta bundan rahatsız olmayarak çalışmaya devam etmiş, tartışmalara müdahil olmuştu. Sonrada Felah ekibi Mekteb adıyla, bu sefer "kızlı-erkekli" yeni bir örgütlenmeye girişirken bu eleştirisi politik bir ayrıma dönüştü. Arkadaşlarıyla politik yolları bir şekilde ayrıldı, uzaklaştı bir parça. Nihayetinde Enes de hepimiz gibi, kadın veya erkek karşı cinsle nasıl bir iletişim ve ilişki kurması gerektiğine dair bocalayan modern dünya Müslümanlarından biriydi. Onun da vardı bir sevdiceği, ama işte kavuşmak öyle pek de kolay değildi. Şartlar, sorumluluklar, aşılması gereken engeller vardı. O sabretti, direndi.
2012 Kasım'ında, binlerce Kürt siyasi tutsak, silahların susması ve müzakerenin başlaması için bedenlerini ölüme yatırdıklarından, bir avuç öğrenci, bir avuç Müslüman Boğaziçi'nden ses vermeye çalıştığımızda TC polisinin gazlı, tazyikli sulu müdahalesine maruz kalmış, iliğimize kadar ıslanmıştık. Eylemden sora beraber yurda geçtik. Elbiselerimizi astık güç-bela yanan yurt kaloriferlerine. Tabii bizim çocukların ufak tefek, çelimsiz bedenleri. Bana fidan boylu Enes'in eşofmanı ancak gelmişti. Birkaç saat o eşofmanlarla gezindim, ayakta terlik yurdun önünde sigaraya indim. Enes bize gitarıyla birşeyler tıngırdattı, bir ufak Ömer Karaoğlu ezgisi, sora romantik birşeyler. Telefonu çaldı sora, muhabereye çıktı, biz muzipçe birbirimize baktık. Döndü geldi, biraz dert yandı. "Olur" dedik geleceği çok da kestirirmiş gibi, "geçer bunlar, kavuşursunuz elbet".
Kavuştu da Muhammed Enes sevdiceğine. Ekim sonunda evlendi. Talebe imkanlarıyla Beylikdüzü'nde ev tutabildiler. Oradan gelip gitmeye başladı Hisarüstü'ne. Derken trafik canına tak etti bir motorsiklet aldı, onu vasıta eyledi. Mukadderat buraya kadarmış. Enes'i son görüşümde ceketinin kolu kopmuş, caminin önünde sigara tellendiriyordu. TKP'liler İHH standına saldırıp, adaşını lince kalkıştıklarında, o da kalabalığın arasına dalmış, arkadaşını kurtarmaya çalışmıştı. Hangi deyyus asıldıysa cekete, kolu kopmuş geriye astarı kalmıştı. Yırtık kolundan fırlayan elyaflarla yorgun ama mağrur bir samuray gibi oturuyordu. "Hayırdır cengaver?" diye sordum, "Ne yani seyirci mi kalsaydım?" dedi biraz öfkeli bir tavırla. İşte bu Enes'e dair son şehadetim oldu. Yırtık ceketiyle gülümseyen, haşin bir delikanlı. Ceketin şahidindir, kul Enes'in cekedi.
Erken gelen her ölüm, zamansız her kayıp insanda tarifsiz bir acıya ve öfkeye vesile. Kaza ve kadere iman itikadımız gereğince olsa da, ölümü ve doğumu mukadderattan sayıp Allah'tan bilsek de, insan yine de sebeplere ve sonuçlara yüklemeye meyyal vakıayı. Muhakkak ki Enes'in ölümünün de sebepleri var. Dolaylı veya doğrudan fark etmez. Sebebi Allah'tan bilsek de cüzi irademizce mukavemetimizden bigane değiliz. Bu şehri bize yaşanılmaz kılan, barınmayı bir hak olmaktan çıkarıp soruna dönüştüren, Enes'i bu kentsel koşullara mahkum eden, her gün kilometrelerce yolu kat etmek zorunda bırakan muktedirler, mülk sahipleri ve yönetenler tabii ki bu ölüme paydaşlar. Onlara ahdimiz bakidir. Her genç ölüm biraz bundan cinayet belki de.
Enes gitti, bize geride kalmak düştü. Her gömdüğümüzle eksilirken, yaşamaya direnmek zul geliyor bize. Hafızamızda biriktirdiklerimiz birer birer geri gelirken, içimizi dolduran kayıp duygusu, her anı birer boşluğa dönüştürüyor. Demin buradaydı sanki, daha dün, az önce, tam şurada. Camide, studyde, Güney'de, shuttleda. Seni çok özleyeceğiz güzel gülüşlü, asi duruşlu delikanlı. Rabbim seni cennetinde, sevdiceğinle buluştursun.
El-Fatiha!
Tarihin ötesinden not: Enes'in vefatının ardından BYV yöneticisi İbrahim Ethem Gören'in kaleme aldığı bir yazı, yitirdiklerimiz nasıl hatırladığımız sorusu üzerinden bir tarihyazımı tartışmasında bulduk kendimizi. Enes'in bir kısım arkadaşları dahi yukarıdaki satırları mazur görmeyerek yayından kaldırmamı talep ettiler. İbrahim Ethem Gören'in Enes hakkında kaleme aldığı yazıya dair yazdığım ve bittabii dünyabizim editörlerince sansürlenen yorumlarımı da aşağıya not düşmek istedim. Meselem Enes'in vefatı vesilesiyle siyasi manevra devşirmek felan değil, tam da ölenlerimizin ardından tuttuğumuz yasımızı dahi bize çok görenlerle, daha ziyade onların zihniyyetiyle hesaplaşmaya bir kapı aralamak; hülasa diri tutmak hafızayı, hatırlatmak içün...
*Zorunlu dipnot: Aşağıdaki alıntı Enes'in ardından BYV yöneticisi İbrahim Ethem Gören'in kaleme aldığı, dünyabizim portalında yayınlanan post-mortem metnine yönelik, sansürlenmiş eleştirimdi.
Yayınlanmayan bu kısa notu, yukarıdaki parçayla ilintili olarak burada arşivlemeyi uygun gördüm.
Açıkçası Enes'i pek tanımazdım. Felahçı gençlerden yanında tanıdığım, balık hafızamla hep birbirine karıştırdığım Eneslerden biriydi. Ama değildi. Genco vefat haberini verdiğinde de anlamadım önce hangi Enes olduğunu. İnanmak istemedim biraz da belki. Tanımadığım, tanışmadığım bir Enes olsaydı. Ama olmadı. Bizim Enes'ti. Gencecik, evleneli daha 5 ay olmuş Enes işte. Delikanlı Enes.
Bosna'dan döndükten sonra, okuldaki son ders dönemimde örgütlediğimiz Mızraksız İlmihal Atölyesi'nde tanımıştım Enes'i. Dünyaya bakışı, İslam anlayışı, okulla ve arkadaşlarıyla ilişkisine dair uzun boylu kanaat sahibi olmuşluğum oradandır. O zamanlar bünyesinde faaliyet yürüttüğü Şura heyetinin, okula yeni kaydolan Müslüman öğrencilere yönelik olarak her yıl geleneksel bir şekilde yayınlanan metne dair bir tartışma yürütmüştük. Enes, bizzat dahli olduğu metni şimdiki haleflerine kıyasla çok daha anlayışlı bir perspektifle tartışmaya açmış, en azından eleştirileri dinlemeye tenezzül etmişti. "Kol kırılır yen içinde kalır" beyanı üzerine, atölyenin temel hattı olan eleştiri / özeleştiri meselesi üzerine arkadaşlar epey birşeyler söylemişlerdi o zaman.
Enes'in ilk başta, atölyeyi kadın ve erkek öğrencilerle beraber yapmaya şerh düştüğünü hatırlıyorum. Fakat sonrasında gidişatta bundan rahatsız olmayarak çalışmaya devam etmiş, tartışmalara müdahil olmuştu. Sonrada Felah ekibi Mekteb adıyla, bu sefer "kızlı-erkekli" yeni bir örgütlenmeye girişirken bu eleştirisi politik bir ayrıma dönüştü. Arkadaşlarıyla politik yolları bir şekilde ayrıldı, uzaklaştı bir parça. Nihayetinde Enes de hepimiz gibi, kadın veya erkek karşı cinsle nasıl bir iletişim ve ilişki kurması gerektiğine dair bocalayan modern dünya Müslümanlarından biriydi. Onun da vardı bir sevdiceği, ama işte kavuşmak öyle pek de kolay değildi. Şartlar, sorumluluklar, aşılması gereken engeller vardı. O sabretti, direndi.
2012 Kasım'ında, binlerce Kürt siyasi tutsak, silahların susması ve müzakerenin başlaması için bedenlerini ölüme yatırdıklarından, bir avuç öğrenci, bir avuç Müslüman Boğaziçi'nden ses vermeye çalıştığımızda TC polisinin gazlı, tazyikli sulu müdahalesine maruz kalmış, iliğimize kadar ıslanmıştık. Eylemden sora beraber yurda geçtik. Elbiselerimizi astık güç-bela yanan yurt kaloriferlerine. Tabii bizim çocukların ufak tefek, çelimsiz bedenleri. Bana fidan boylu Enes'in eşofmanı ancak gelmişti. Birkaç saat o eşofmanlarla gezindim, ayakta terlik yurdun önünde sigaraya indim. Enes bize gitarıyla birşeyler tıngırdattı, bir ufak Ömer Karaoğlu ezgisi, sora romantik birşeyler. Telefonu çaldı sora, muhabereye çıktı, biz muzipçe birbirimize baktık. Döndü geldi, biraz dert yandı. "Olur" dedik geleceği çok da kestirirmiş gibi, "geçer bunlar, kavuşursunuz elbet".
Enes'in bana birkaç beden küçük pijaması içinde ben, Alperen ile (foto: Ahmet Yusuf Yüksek)
Kavuştu da Muhammed Enes sevdiceğine. Ekim sonunda evlendi. Talebe imkanlarıyla Beylikdüzü'nde ev tutabildiler. Oradan gelip gitmeye başladı Hisarüstü'ne. Derken trafik canına tak etti bir motorsiklet aldı, onu vasıta eyledi. Mukadderat buraya kadarmış. Enes'i son görüşümde ceketinin kolu kopmuş, caminin önünde sigara tellendiriyordu. TKP'liler İHH standına saldırıp, adaşını lince kalkıştıklarında, o da kalabalığın arasına dalmış, arkadaşını kurtarmaya çalışmıştı. Hangi deyyus asıldıysa cekete, kolu kopmuş geriye astarı kalmıştı. Yırtık kolundan fırlayan elyaflarla yorgun ama mağrur bir samuray gibi oturuyordu. "Hayırdır cengaver?" diye sordum, "Ne yani seyirci mi kalsaydım?" dedi biraz öfkeli bir tavırla. İşte bu Enes'e dair son şehadetim oldu. Yırtık ceketiyle gülümseyen, haşin bir delikanlı. Ceketin şahidindir, kul Enes'in cekedi.
Erken gelen her ölüm, zamansız her kayıp insanda tarifsiz bir acıya ve öfkeye vesile. Kaza ve kadere iman itikadımız gereğince olsa da, ölümü ve doğumu mukadderattan sayıp Allah'tan bilsek de, insan yine de sebeplere ve sonuçlara yüklemeye meyyal vakıayı. Muhakkak ki Enes'in ölümünün de sebepleri var. Dolaylı veya doğrudan fark etmez. Sebebi Allah'tan bilsek de cüzi irademizce mukavemetimizden bigane değiliz. Bu şehri bize yaşanılmaz kılan, barınmayı bir hak olmaktan çıkarıp soruna dönüştüren, Enes'i bu kentsel koşullara mahkum eden, her gün kilometrelerce yolu kat etmek zorunda bırakan muktedirler, mülk sahipleri ve yönetenler tabii ki bu ölüme paydaşlar. Onlara ahdimiz bakidir. Her genç ölüm biraz bundan cinayet belki de.
Enes gitti, bize geride kalmak düştü. Her gömdüğümüzle eksilirken, yaşamaya direnmek zul geliyor bize. Hafızamızda biriktirdiklerimiz birer birer geri gelirken, içimizi dolduran kayıp duygusu, her anı birer boşluğa dönüştürüyor. Demin buradaydı sanki, daha dün, az önce, tam şurada. Camide, studyde, Güney'de, shuttleda. Seni çok özleyeceğiz güzel gülüşlü, asi duruşlu delikanlı. Rabbim seni cennetinde, sevdiceğinle buluştursun.
El-Fatiha!
Tarihin ötesinden not: Enes'in vefatının ardından BYV yöneticisi İbrahim Ethem Gören'in kaleme aldığı bir yazı, yitirdiklerimiz nasıl hatırladığımız sorusu üzerinden bir tarihyazımı tartışmasında bulduk kendimizi. Enes'in bir kısım arkadaşları dahi yukarıdaki satırları mazur görmeyerek yayından kaldırmamı talep ettiler. İbrahim Ethem Gören'in Enes hakkında kaleme aldığı yazıya dair yazdığım ve bittabii dünyabizim editörlerince sansürlenen yorumlarımı da aşağıya not düşmek istedim. Meselem Enes'in vefatı vesilesiyle siyasi manevra devşirmek felan değil, tam da ölenlerimizin ardından tuttuğumuz yasımızı dahi bize çok görenlerle, daha ziyade onların zihniyyetiyle hesaplaşmaya bir kapı aralamak; hülasa diri tutmak hafızayı, hatırlatmak içün...
*Zorunlu dipnot: Aşağıdaki alıntı Enes'in ardından BYV yöneticisi İbrahim Ethem Gören'in kaleme aldığı, dünyabizim portalında yayınlanan post-mortem metnine yönelik, sansürlenmiş eleştirimdi.
Yayınlanmayan bu kısa notu, yukarıdaki parçayla ilintili olarak burada arşivlemeyi uygun gördüm.
Muhammed Enes'e saygı ve sağ tarihyazımı üzerine
Selamun aleyküm, bu yazı en hafif tabirle merhuma saygısızlık olmuş. Muhammed Enes iyi bir müslümandı ama kahraman değildi, melek hiç değildi. Şura'da bişiler yapmaya çalıştı ve kavgalı ayrıldı, ne tartışmalar yaşadı. Onun çabalarına bir nebze saygı varsa bu yazı tashih edilsin. Yazıktır, günahtır, hesabı sorulur. Giden bir dostun arkasından veda mektubu yazın, iyi hasletlerini anlatın da "tıpkı benim gibi bir müslümandı" demeyin. Allah adama sorar, Muhammed Enes öte dünyada hakkını arar.
İbrahim Ethem Gören, her zaman olduğu gibi Enes'in ardından da kendi ideolojik pozisyonunu, başka biyografiler üzerinden yeniden üreterek, belirli bir siyasal bagajın "büyük anlatı"sına dahil etmekte bir beis görmemiş. Kişi ve kurumların kendi ideolojik konumlarının geriye dönük bir inşasından ibaret olan tarihyazımı pratiğinin veciz bir örneği. Tabii yazar burada kendi söz ve söylemini rahmetlinin ağzından konuşturmakta, onun biyografisine herhangi bir sadakat, itibar veya ihtimam göstermekte sorun görmüyor.
Tabii ki her birey kendi anlatısını kurmak ve yazmakta hür. Bunu tartışmaya açmak yerine kendi anlatı ve tarihlerini tekilliklerinden koparıp bir büyük anlatı olarak sırtımıza yükleyen, şahsi ve muhterem olana itibar etmeyen totaliter tarihyazımını sorgulamak biz geride kalanlarına daha makul geliyor. Nihayetinde yas, geride kalanların gidene dair bildikleri ve henüz öğrendikleriyle onun adına, fakat kendileri için yeniden bir biyografi inşa etmelerini de kapsar.
Tam da bu noktada Gören'in kaydadeğer bir emekle kaleme aldığı vefayat yazılarının eleştirel bir perspektifle tartışmaya açılması elzem görünüyor. Bunun sade geride kalanların değil gidenlerin de aziz hatırasına hürmet ve aynı zamanda hayat mücadelelerine sadakat olduğunu vurgulayalım. "Nasıl bilirsiniz?" sualinin cevabından fazlası olmayan bu şahitlikler toplamının tekrar tekrar yazılmaya ve anlatılmaya ihtiyacı var. Ölümü kader ve imtihan görenler için bu aynı zamanda bir kulluk vazifesidir.
Yorumlar
Eyvallah abi!
eywallah..