Eşyanın Tabiatı, Kıymeti ve Hakikati Üzerine Bir Takım Şeyler


Okula yeni başladığım vakitlerde işlerimi sunduğum Kudüs'de doğup New York'ta büyümüş bir sanatçı, Cumartesi Anneleri üzerine yaptığım arşiv çalışmasında kullandığım malzeme ile seyircinin kuracağı ilişki üzerine yaklaşımımı "fetiş" olarak tavsif etmişti. Benim eşya ile kurduğum rabıtanın, taşıdığı hafızaya dair üretimimin beslendiği kod ve kaynaklarla, çağdaş sanat ortamlarında şöhreti diyarlar aşmış hocanın lügatinde indirgendiği yerin yüzyıl başındaki tartışmalatrla mahdut oluşu, anthropocene çağında bir utanç vesilesi olsa gerek.

Cep telefonumun ekranı kırıldı. Daha doğrusu hem dokunmatik klavye, hem LCD ekran, hem de koruyucu yüzey olan cam paramparça oldu. Şimdi ekranda gördüğüm her imaj çatlaklara ayrılmış vaziyette. Bir deltanın denize karışan alüvyonları gibi belki. Parmağım cam yüzeyde gezinirken küçük cam kıymıkları dağılıyor. İmleci aşağı yukarı hareket ettirir, sayfalar arasında kaydırırken parmağımın bu sanal düzeyde gerçek bir kesikle imlenme ihtimali beni ürpertiyor. Akıllı ama sanal bir hakikate sahip telefonum, bir anda elimde gerçek ve keskin bir eşyaya dönüşüverdi. Belki de bir nesneyi de eşya kılan budur.

Geldiğimden beri eşyayla olan ilintime bakıyorum. Son üç yılda, biri teşebbüs aşamasında kalsa da kurduğum üçüncü ev demek zor da, o başka bir tartışmayı çağırır, doğrucası mesken. Yatak çarşafı, elbise askısı, koli bandı. Aynı nesneleri tekrar tekrar ziyaret etmek, fiyatlarını mukayese etmek, taşımak, ambalajlarından çıkarmak, yerleştirmek. Tekerrür eden tuhaf bir ayin gibi. Daha da tuhafıysa seyahat eden, dönen ve dolaşan eşyaların hikayesi. Yıllar önce buradan aldığım ve çok sevdiğim ince dişli rende mesela, aslında marangoz eğe ve planyaları üreten bir firmanın imalatı. Ya da formlarını beğendiğim ok yahut eve benzeyen post-itler. Kullanmaya kıyamadığım mis kokulu Ermeni kağıtları. Daha kapağını açmadığım kitaplar. Herşey dönüp dolaşıp ait olduğu yere geri dönüyor. Aidiyet meselesi çetrefilli, ama bir rücû olduğu da aşikar. Eşyayı müstakil kılan da bu olsa gerek.

Kemal'le Heidegger okurken kırdığımız bir mesele idi esasen. Kimi zaman Tanpınar'a, kimi zaman Alman idealizmine, kimi vakit fenomenolojiye, hatta tasavvuf erbabı ehl-i tarîkin zanaat erbabı olmaklığına da uzanan bir maceraydı eşya meselesi. Hanlardan Plazalara'yı yaparken izini sürdüğümüz meseleler biraz buralar idi. Öte yandan daha ilk karşılaşmamızda Feyz ile bizi müşterek kılan da aynı eşyaya, benzer heyecan ve arzuyla yaklaşmamızdı. Onunla Alman modernizminin etnografya müzesi sayılabilecek Manufactum mağazısını bir mâbed gibi gezmiştik beraber. Onun Alman mesleki öğretim sisteminden, bilhassa inşa zanaatlerinden aktardıkları, bizzatihi Almanlığa içkin technik ve gestalt meselelerini tarihselliği bu tartışmanın tekamülünde etkilidir. Z ise benim eşyaya yaklaşımı hasis bulurdu. Belki de meseleyi sürekli bir hafıza tartışmasıyla ilişkilendirmem, ya da fazlaca tutkulu olmam onu irrite ederdi bilmiyorum. Üstünde kıvrılıverdiğim paletler, onunla şedid münakaşalarımızdan birinin mevzusu olmuştu.

Yasemin Özcan'ın Saadet Çıkmazı'nı gezerken bir anda müşterek ve müstakil yakın tarihleri boca ediveren hissiyat meselenin diğer yanı. Geçen yılki Mardin macerasının, bilhassa da Kutluğ'un derslerinin teyzemin bıraktığı yerden güncellediği tartışma, malzemenin artistik bir seçim olarak işe dahlinin ehemmiyetini tekraren hatırlatmıştı. Sadece sanatçının değil malzemenin kendisinin de failiyetini idrak ettiren bir tavırdı bu. Teyzem cam heykel yontmanın neredeyse imkansızlığını anlatırdı mesela, camın kırılganlığı, nano çatlakların bir andan kütleyi tuzla buz edebileceğini, aksamın şiddetini. Tam da bu yüzden mamoste Evrim'in conceptual craft olarak tarif ettiği bir üretim biçimi, sanırım benim de kişisel arayışımın belirli noktalarına karşılık gelen bir tedrisatı yansıtır oldu.

Mevzunun dönüp dolaştığı yer, eşyaya yüklenen mana ile, eşyanın taşıdığı hatıra arasında düğümleniyor galiba. Eşya mı bizi belirliyor, biz mi eşyayı anlamlandırıyoruz, soru biraz da bu aslında. İkisinin de iç içe geçen fenomenler olduğu aşikar. Ama benim son derece şahsi ve müstakil hikayem eşyanın tabiatının bizi istikamet üzre koyduğunu anlatıyor. İnsan imalatı olsa da eşya bir defa mamul olduktan sonra kendine has bir hikayeye ve müstakil bir failiyete kavuşuyor. Yaşadığı bütün karşılaşmalar, katettiği bütün mesefaler, dönüştürdüğü enerji bünysinde maddi ve gayrımaddi bir iz bırakıyor. Herhalde beni de hislendiren bu maddi olduğu kadar gayrımaddi izler de. Mamosteden tedris ettiğimiz affect mefhumu meselenin biraz da bu yanını tarif ediyor. Videocunun anlamadığı ve tahfif ettiği de buydu biraz. 

Hülasa, eşyanın bir hakikati vardır abiler, ona hürmet ediniz. Hikayesine kulak verin, peşinden gidiniz. Kıymetini tahfif etmeyin, ama onu ilah da edinmeyin, Kitap'ta boşuna bu kadar söylenmemiş. Nihayetinizde elinize aldığınız, dokunduğunuz herşeyin de size dokunduğunu, şekil verdiğini hatırdan çıkarmamak gerek. Zaten çıkmıyor da, siz unutsanız da o çıkıp geliyor hafızanızdan ve hatıranın tokadını çarpıveriyor suratınıza...


Yorumlar

sibel dedi ki…
ooo sen gelde onu bize sor ne egolu insanlarla tanışıyoruz işimiz gereği tapıyor bazıları.

Bu blogdaki popüler yayınlar

Eylül

Hakikati söylemek, toplumu savunmak

düğün ve nikahlara neden icabet etmiyorum