Afrin Düşmeyecek!
Afrin düştü. Türk
Silahlı Kuvvetleri bu sabah yaptığı açıklamada Afrin şehir merkezinin kontrol
altına alındığını duyurdu. Basın bildirisinde taş yapılı bir belediye meclisi
binasının tepesinde Türk bayrağını öpüp alnına götüren, otomatik piyade tüfeklerini
halk meclisinin damından Afrin şehrine doğrultmuş Türk askerlerinin imajları
kullanılıyordu. 20 Ocak’ta başlayan ve adını Afrin kantonunun bereketli
topraklarında yetişen ve iç savaş başladıktan sonra imalatı Halep’ten bu
havzaya kayan yağ ve sabun imalatında kullanılan zeytin ağaçlarından alan
silahlı operasyon böylelikle tamamlanmış sayılıyordu. Peki Türk Silahlı
Kuvvetleri’nin Özgür Suriye Ordusu ve ona bağlı Selefi eğilimli mücahitlerle
giriştiği bu operasyon gerçekten de Afrin kantonunu düşürmüş müydü?
Rahmetli Suphi
Nejat KCK operasyonlarında gözaltına alındığında, onu Boğaziçili bir sosyolog
olarak savunup aklamaya çalışmamıza çok içerlemişti. Üyesi olduğu iddiasıyla
derdest edildiği KCK’nin Türkiye’nin içinde olduğu yönetimsel krizde demokratik
bir alternatif önerdiğini, rejimini de tam da bu nedenle ona yöneldiğini
anlatırken savunmamız gerekenin Boğaziçili bir akademisyen olmanın
dokunulmazlığı değil, Kürt Özgürlük Hareketi’nin ördüğü ve önerdiği bu
alternatif paradigma olduğunu anlatmıştı. Nejat bir hafta sonra serbest
bırakıldı. Sonra sözünü tuttu. Bir müddet sonra yüzünü Rojava’ya döndü, orada
inşa edilen yeni düzene, kurulmakta olan hakikate teslim oldu. Şehrin hakim
tepesi Miştenur’u savunurken düştü. Kobane ise direndi ve düşmedi.
Nejat’ın bize
bıraktığı yerden devam edersek rahmetli Akif Emre’nin de dediği gibi “bir
siyasal hareketin iddiası tehdit ve teklif ettiğiyle ölçülür”. Kürt Özgürlük
Hareketi’nin de 21. yüzyılda bize önerdiği demokratik modernite projesi, içinde
sıkışıp kaldığımız dünyada yeni bir hakikat rejimi vaad ediyor. Ulus-devletin
çoktan iflas ettiği, kapitalizmin krizlerle boğuştuğu, kurtuluşun özgürlükçü
değil tekçi ve merkeziyetçi reçetelerde arandığı bir dönemde, kadınların,
gençlerin, toplulukların kendi kendileriyle hemhal olduğu, kendi meselelerini
kendi dil ve deneyimleriyle çözmeyi denedikleri bir zemin, bir paradigma
öneriyor. Kobani’den Afrin’e, Münbiç’ten Haseke’ye Kuzey Suriye Federasyonu’nda
örülen ve önerilen bu paradigma tam da bu yüzden egemenlere bir tehdit teşkil
ediyor. Kürtlere askeri ve lojistik destekle suçlanan emperyal aktörler tam da
bu sebepten Afrin düşerken sessiz ve eylemsiz kalmayı tercih ediyorlar.
Arap Baharı’nın
son halkası Suriye Devrimi, altı yılın sonunda coğrafyaya özgür ve eşit bir
düzenden çok, mezhebi ve etnik fay hatları doğrultusunda bölünmüş bir iç
savaştan fazlasını vaad edemiyor. Milyonlarca Suriyeli’nin mülteci,
onbinlercesinin ise acı birer istatistiğe dönüştüğü bu tecrübe, totaliter bir
Arap sosyalist partisinin yönettiğinden farklı bir Suriye teklif edemedi.
Marksistlerin sesi zaten çok cılızdı, belki de sekülerizmleri toplumun geri
kalanına seslerini duyurmaya yetmiyordu. İhvan ekolü örgütsüzdü, rejimin ağır
bastırma harekatına karşılık verecek bir güçleri yoktu. Öyle olunca Selefilere
yol vermek zorunda kaldılar. Selefi mücahitlerinse ilişkileri karmaşık,
bağımlılıkları muhtelifti. Şeriatla yönetilen bir devlet tahayyül etseler de
bunun Sünni Arapların dahi derman olmadığı kısa vakitte görüldü. Rakka’da ilan
edilen İslam Devleti çok da geçmeden kendi vahşetinin yarattığı anaforda un
ufak oldu.
Oysa bundan otuz
yıl önce Yugoslavya parçalanmak üzereyken Aliya İzzetbegoviç’in önderliğinde
kurulan İslamcı Demokratik Eylem Paritisi (SDA), düzenlenen referandumun
ardından Bosna-Hersek Federasyonu’nu
ilan ettiğinde, Müslüman Boşnaklar, Katolik Hırvatlar ve hatta bir kısım
Ortodoks Sırplar Yugoslav ordusuna ve Çetnik paramiliterlere karşı ortak vatanı
beraber savunmuşlar, soykırıma rağmen Bosna’yı ayakta tutmayı başarabilmişlerdi.
Suriye’dey bunu başarabilen ise İslamcılar değil her fırsatta dinsizliklerinden,
marksistliklerinden dem vurulan Kürtlerdi.
Abdullah
Öcalan’ın çerçevesini kurduğu paradigma sadece Kürtlere değil, Türklere,
Araplara, gençlere, kadınlara, emekçilere, güvencesizlere farklı form ve
formatlardaki ezilmişlik biçimlerine sorunlarının çözüleceği bir reçete değil,
müzakere ve mücadele edilebileceği bir metodoloji öneriyordu. Tam da bu yüzden
kurtuluşu değil oluşu, zaferi değil seferi vaat ediyordu. Öyle ki içinden
geldiği Marksist-Leninist literatürü güncellemenin ötesinde, şimdilerde
reisicumhurun dillendirdiği İslam’ın güncellenmesi hadisesini 2013’te
çağrısıyla toplanan Demokratik İslam Kongresi ile somutlaştırmış, İslamcılara
hılful fıdıl’ı Medine Sözleşmesi’ni hatırlatmıştı.
Kürt Özgürlük
Hareketi’nin tarihin çeşitli dönem ve dönemeçlerinde geliştirdiği, dönüştürdüğü
ve güncellediği bu çağrı bugün sadece Suriye’nin kuzeyinde, ne kağıt ne de
toprak üzerinde var sayılmayan bir halkın iradesinde değil, Araplarla
Süryanilerin, Ezidirlerle Çerkeslerin, Nusayrilerle Hristiyanların müşterek düşünde
yaşıyor. O çağrı İspanya İç Savaşı’ndan 80, 68’den 50 yıl sonra onlarca
Avrupalı sol fraksiyonu Rojava topraklarında kavgaya ikna ediyor. Genç
kadınlarla erkeklerin bedenlerinde, ihtiyarların dualarında, kent yoksullarının
umutlarında yeşeriyor. Amerikan kurşunu, Rus tayyaresi ya da bildik bir Orta
Doğu postalı değil birlikte eyleyebileceğimz bir varoluş biçimine işaret
ediyor.
Afrin şehir
merkezinde hareket eden TSK tankları mevzileri, buldozerler Dehak’ı alt eden
Demirci Kawa’nın heykelini devirebilirler. Fakat yok edilemeyecek olan dört
parçaya ayrılmış bu hikayenin şimdi, şu anda, burada terennüm edilmeye devam
edecek olmasıdır. Demokratik, ekolojik, cinsiyet eşitlikçi paradigmanın
önerdiği özyönetim bizi istedikleri gibi yönetmek isteyen efendilerimizin
arzusuyla değil, kendi düşlerimizle kendimizi yönettiğimiz bir hakikatin
muştucusudur. O hakikat dün Kobane’de düşenlerin gözlerinde, ağızlarında,
ellerinde vücut buldu. Bugün Afrin’de zeytinlerin dallarını kıran, köklerinden
sökenlerin unutmaması gereken bir şey var, buldozerlerin devirdiği bedenlerden
kopup giden taneler Mezopotamya’nın dört yanında toprağa karışıyorlar. Afrin
düşmeyecek!
Yorumlar