İnat ve Israr


 Taksim meydanında süren inşaat bahanesiyle, bu yıl Taksim’de 1 Mayıs miting ve yürüyüşünün yasaklanması, sendikaların ve kitle örgütlerinin bu karara direnmesi merkez medyada “inat” olarak yorumlandı. Kâr ve fayda üzerinden işleyen rasyonel akla göre meydanda inşaat çukurları varken binlerce insanın orada bulunması sorumluluğu alınmayacak bir risk imiş. Yani devlet baba bizi o kadar seviyormuş ki sırf bize bir hal olmasın diye, gazla, copla, kafamızı yara yara, “evladım düşersin” diye kovalamış bizi. Keşke iş cinayetlerine kurban giden onlarca kardeşimize de gösterse aynı şefkat ve merhametini.

1 Mayıs’ın ardından Başbakan’ın açıklamaları, hafta sonu İstiklal Caddesi’nde gerçekleşen hemen her eyleme şiddetli polis müdahalesi, Taksim meydanında ısrarın ardında yatan kaygıları haksız çıkarmadı. Görünen o ki siyasal iktidar Taksim meydanını ve İstiklal Caddesi’ni sadece 1 Mayıs’ta değil, ilelebet toplumsal muhalefet kesimlerine kapatmak, bir mücadele alanı olmaktan çıkartmak istiyor. Taksim’in sembol siyasetindeki yeri, İstiklal’de eylem yapmanın rutinliği, Beyoğlu’nun memleketin ne kadarına ve neresine karşılık geldiği ayrı bir tartışma konusu. Esas mesele, siyasal iktidarın sesimize ve sözümüze dair takdir yetkisini kendinde görmesi, yaşadığımız ve eylediğimiz mekanlarda yegane tasarruf hakkını kendinde bulması, ilahlığa, mutlaklığa soyunması.

Türkiye’de toplumsal muhalefetin ve emek hareketinin muhayyilesinde, hafızasında Taksim sadece parke taşı döşeli bir meydandan, tramvay durağından, yahut otobüs duraklarından ibaret değil. Onlarca insanın kanıyla hatıralara kazınmış, kazanılmış bir alan, ezilenlerin sözünü haykırmak için sahne aldığı kamusal bir platform. Taksim meydanının miting, basın açıklaması ve yürüyüşlere kapatılması demek, Türkiye’nin bütün toplumsal kesimlerinin şu veya bu şekilde görünür olabildiği bir ekranın, sadece muktedirler ve seçkinlere ayrıcalıklı kılınması demek.

Taksim meydanında süren trafik düzenlemesi Gezi Parkı’nın bulunduğu alana inşa edilmesi planlanan ve ne tesadüftür ki Başbakan tarafından yerine kültür merkezi değil AVM ve rezidans yapılacağı açıklanan büyük bir inşaat hamlesinin parçası. Kentin merkezinde, cazibesini yitirmiş, yeterince pırıltılı olmayan alanların sakinlerinden temizlenip, soylulaştırıldığı ve üst sınıflara pazarlandığı bir sürecin halkalarından biri. Yenilenen Taksim meydanı, şehrin dört bir yanından ahalinin, türlü çeşit insanın ama ucuz ama pahalıya vakit geçirebildiği bir yer değil, belirli kesimlerin mobilize olabileceği bir alan olarak planlanıyor. Kürtlerin, çingenelerin, gayrimüslimlerin, seks işçilerinin, fukaranın sürüldüğü Tarlabaşı’ndan inşa edilen konutların, finans başkenti olarak planlanan İstanbul’un üst düzey yabancı borsacı ve işadamları için inşa edilmesi gibi.

Taksim meydanının zenginiyle, yoksuluyla geniş bir toplumsal çeşitliliğe açık bir mekanken, kısıtlı bir kesimin erişimine daraltılması salt ekonomik bir dönüşümden ibaret değil. Taksim’i Taksim yapan tarihi ve hafızayı da değiştiren bir mekansal tasarım sözkonusu. Mekana yapılan müdahaleler salt mimari ve topografik hareketler olarak görülmemeli. İnsana şekil veren mekanlardır. Mekana şekil verenler, insana da bir şekil biçmiş, topluma bir gelecek yazmış olurlar. Komşuluk mahalleye, esnaflık çarşıya, mücadele meydanlara aittir. Sitelerde, AVM’lerde, prestij caddelerinde bunlara yer yok. Kentsel dönüşüm projeleri bizi sadece bunlardan mahrum etmiyor, muktedirlerin, kazananların yazdığı tarihlere mahkum ediyor. Başka tarihyazımlarına, başka tahayyüllere, başka hafızalara hayat ve imkan tanımıyor.


Taksim’in siyaseten savunulması güç olan kapatılma hamlesinin teknik gerekçelere bürünmesi esasen yeni bir yönetişim mantığının da nişanesi. Söylem üzerinden değil, teknikler ve teknolojiler üzerinden işleyen bir iktidar rejimine girdiğimizin resmi. İktidar artık ideoloji ve siyasete dayanan bir hakikat rejimi ile değil, teknolojiye ve biyopolitikayla işliyor. Muktedirler yasalarla, fonlarla, aygıtlarla, bedene ve hafızaya hükmediyor. 1 Mayıs gibi momentler ise tam da bu yönetişim aygıtının boşa çıktığı, ilga olduğu olaylar.

1 Mayıs’a kadarki süreçte meydanın teknik sebeplerden ötürü kapatıldığı öne sürüldü. Hemen olayların ardından yapılan açıklamalar ise bu kapatılmanın salt teknik değil, siyasal ve sosyal olarak karşı karşıya olduğumuz bir “büyük kapatılma”nın parçası olduğunu gösteriyor. Siyasal iktidar Türkiye’nin mazlumlarının, mustazaflarının, emekçilerinin kendilerini sokakta ifade ettikleri bir siyasal rejim istemiyor. Kurulan yeni düzende, her sese yer yok. Ses ancak belirli formlara büründüğünde makbul ve muteber oluyor. Evsizlerle ilgileniyorsanız STK kurup fon almanız gerekiyor mesela, sosyal politika üretmek yerine. Sağlık hakkı yerine sosyal yardım öneriyor devlet. Sendika yerine performans yönetimi, katılım yerine temsil.

1 Mayıs’ta sokaklara taşan öfke bu büyük kapatılmaya karşıdır. Halkın, emekçilerin, mazlumların seslerine, sözlerine, hafızalarına sahip çıkma kavgasıdır. Şehrin merkezinden çeperlerine sadece yoksullar değil, onların tüm temsilleri, görünme biçimleri ve zuhuratı da süpürülüyor. Bizden görünmez olmamızı, resmi bozmamamızı istiyorlar. Hesaplarına karşı mukavemetimize inat diyorlar. Bize duygu politikalarıyla yöneliyorlar. Bilmedikleri şey şu, mekanlarımızı elimizden alsalar da hafızamızı bizden çalamazlar. Taksim meydanı kuru bir inat değil, hafızada, tahayyülde ve tarihte ısrar etmektir. Israrcıyız.


Yorumlar

Bu blogdaki popüler yayınlar

Eylül

felahçilar*

Aralık