hak ve adalete dair




Hakk'tan ve adaletten yana olduğumu zannediyorum. Zannediyordum daha doğrusu. Gelişen her tecrübe Hakk'tan ve adalette yana olmanın bizi haklı kılmayacağını gösteriyor. Yahut Hakk'ı ve adaleti savunurken pekala haksız konuma düşebileceğimiz, zalimleşebileceğimiz bir ihtimal değil bize nefsimiz kadar yakın bir risk olarak şahdamarımızdan da yakın bize.

Suriye halkı bundan yaklaşık iki yıl önce sokaklara döküldü. Hürriyet istiyorlar, çok partili gerçek bir demokrasiye (yahut İslami bir düzene her neyse) geçmeyi arzuluyorlardı. İşler karıştı, rejim silah kullandı, isyancılar silahlandı. Sonuç dev bir trajedi. Suriyeliler haklıydılar ama emperyalizmin Amerika'nın, Rusya'nın, İran'ın, körfez ülkelerinin karıştığı iğrenç bir satranç tahtasında buldular kendilerini. Haklı davaları Ortadoğu'daki emperyal müdahalenin aracı oldu, İran ve Rusya'nın antiemperyalist ittifakı korkunç katliamların bahanesi oldu. Hangisi haklıydı, hangisi haktan yanaydı, hak neydi sahi? Bunu yitirdik, Müslümanlar korkunç bir sınav verdiler. Hakkı savunurken Hakk'tan vazgeçtik aslında.

31 Mayıs'ta yaşadıkları mekanların yaşanılır olmasını isteyen, buralarda karar ve söz sahibi olmak isteyen insanlar sokağa çıktılar. Onlar hak ve adalet için sokaktayken bir anda yönetici seçkinler ve milli irade denen iki kurulu kategori arasında süren bir gerilimin tarafı oluverdiler. İnsanlar öldüler, sakat kaldılar, tüm bunlar olurken dört parmaktan mürekkep bir işaret icad edildi, yüzbinlerce insan sosyal medya hesaplarını sarıya boyadılar. Adaletin peşindeyken darbe teşebbüsü olarak uyandık bir sabah.

Kentsel dönüşümün, yarattığı rant ekonomisinin, bu ekonomiden beslenenlerin düşmanıyım. Yaşadığımız yerleri cehenemme çeviren, binlerce insanı yerinden eden, mahallelerimize, hayatlarımıza göz diken tüccarlardan nefret ediyorum. Zenginlerden nefret ediyorum. Sermaye biriktirenlerden, onları kendi aralarında çevirerek bundan kar elde edenlerden nefret ediyorum. Ali Ağaoğlu okuduğum okula geldiğinde katıldığı toplantıyı sabote ettiğim için disiplin cezası aldım, pişman değilim.

At üstünde İstanbul'un ormanlarını, Allah'ın yeryüzündekilere, hepimize nimet olarak bahşettiği mülkünü, mülküne geçirmeye cehdeden Ali Ağaoğlu, onun gibilere yol veren bakanların oğulları, şehr-i İstanbul'u darma duman eden projelere onay veren Fatih Belediye Başkanı ve şürekası, onları bizim adımzıa denetlemekle mükellef koruma kurulu üyeleri bu sabah gözaltına alındılar. Sanırım buna sevinmem, yaptıklarından bizar olan, yaptıklarına muhalefet ve mukavemet eden biri olarak sevinmem gerek. Ama hayır, sevinemiyorum. İçim ferahlamıyor, elhamdülillah adalet yerini buldu, diyemiyorum.

İslamcı bir genç olarak sistematik bir biçimde (kimileri buna müzmin diyor) 11 yıldır Adalet ve Kalkınma Partisi'nin muhafazakar demokrasi olarak tanımladığı, benimse siyasal iktisadın araçlarıyla neo-liberalizm (ki neo-muhafazakarlığa defacto haizdir) olarak gördüğüm politikalarına muhalefet ve mukavemet içerisindeyim. Elimle, olmadı dilimle, hiç olmazsa kalbimle buğzederek bu cehdimi ifa ediyorum. Hak ve adalet mücadelesi verdiğimi zannederdim. Ama işte bugün Cemaat'in benim mücadele ettiklerime karşı giriştiği operasyondan mutmain olamıyorum. Çünkü bunun adaleti tesis ettiğine inanmıyorum.

Siyaseten haktan ve adaletten yana olmamış, hiçbir zaman "La" diyememiş, dibine kadar sağcı, oportünist, pragmatist, Protestan bir cemaatten hakkın ve adaletin yanında olmasını beklemiyorum. Kurumları, aygıtları, şebeke ve şirketleriyle rant devşiren, İslami bir Protestanlığı memleketin dört bir yanına saran adamlardan yolsuzlukla ve rüşvetle mücadele etmelerini beklemiyorum. Örgütlendikleri polis ve yargı aygıtı gaz fişekleriyle insan öldürürken, Gezi'yi "demokratik bir protesto" olarak lanse etmelerine inanamadığım gibi. AKP'nin 2006'da çıkardığı TMK sayesinde içeri tıktıkları yüzlerce insan, milletvekilleri, siyasetçiler, belediye başkanları, öğrenciler cezaevlerinden inlerden gıklarını çıkarmayanların şimdi tehdit kendilerine yönelince yitirdikleri birşey var. O da inandırıcılıklarıdır.

Bizi inandırmayan şey hafızamız, okuduğumuz ve yazdığımız tarihlerimiz. 12 Eylül anayasasına Evet oyu veren insanların şimdi darbeci generalleri yargılayabileceğine inanamayışımız tam da bu yüzden, yoksa insanlar iyiye ve güzel dönüşebileceğine inanamadığımızdan değildi. Hakkı ve adaleti "biz" için değil "herkes" için talep etmediğimiz sürece de inandırıcılığımızı, sahiciliğimizi yitireceğiz. "Gazze'ye götü kalkan, Cizre'ye gözünü yuman" diye özetliyordu İzzet Yasar, hikayenin özü biraz da bu. Kendimize istediğimiz hak ve adaleti, mağduriyetlerimizden ötürü gelen mazlum pozisyonumuz muktedir ile yer yer değiştirdiğinden hala adil kalabilecek miyiz?

Kalamadık ve sınıfta kaldık. Geçen 11 senede, ilkeleri değil çıkarları gözettik. Allah'ın rızasına göre değil, işimize nasıl iyi geliyorsa öyle amel ettik. Hakikaten mazlum ve mustazaf oldukları için değil mazlumlarından rant devşirebildiklerimize ses ettik, gerisini sittir ettik. Eğdik, büktük, bozduk. Elimizde nirengi alacak hiçbir ilke, hiçbir sabite kalmadı. Kurtaracak hiçbirşey yok. İşte şimdi hakikat apaçık zuhur eder, yeşile boyadığımız saraylar tozu dumana katarak çökerken sığınabileceğimiz ne bir kiriş, ne de bir saçak kaldı.

Büyük güç olmak demek, büyük zulümler yapmak demektir. Kan akıtmak, birilerini devre dışı bırakmak, birilerini rantla kapınıza bağlamak, birilerini istihdam etmek demektir. Boğazına kadar pisliğe batmak, oyunu kurallarına göre oynamak demektir. Şampiyonlar liginden çıkalım diyorum, kendi mahallemizde tek kale maça dönelim. Devlet gibi düşünmekten kurtulmak zorundayız. Makro tarihten sıyrılmak zorundayız. Kendi adımıza, had ve hesabımıza düşünmeyi öğrenmek zorundayız. Devlet gibi düşünürses örneğin, Roboski devletin bekasına saldırıdır, üstlenir geçersin, Genelkurmayını yedirmezsin, üzerine kan bulaşır. TC'nin 11 yıldır yaptığı katliamlar, infazlar, sokaklarda can verenlerin vebalini omuzlar gidersin. 1 polis bile yargılanmaz, sen "millet"in iktidarını korumuş olursun. Mazlumların ahı, canların vebali yanına kar kalır.

Müslümanların kurtuluşu bütün iradelerini AKP'ye teslim etmekte, siyasetinin hak ve adaletle ilgisi şüpheli bu dev sağ blokta istiflenmekte değil. Yolsuzlukları, katilleri savunmak pahasına bu nizamı muhafaza etmekte değil. İlkeleri, değerleri, hakikat meselesini bir yana bırakıp bütün sabiteyi iktidar üzerinden kurmakta da değil. Kurtuluşumuz yeniden adaleti merkeze almakta, hakkı gözetmek ve Hakk'ı müdafaa etmekten geçiyor. "Kim olursa olsun zalime karşı, kim olursa olsun mazlumdan yana" derken, biz ve onlar demeksizini adaleti herkese istemekle başlıyor. Hesap gözetmeden, Allah'ın hesabına teslim olmaktan geçiyor.

Ben bu iktidar kavgasında yokum. Verebileceğim hesapları gütmek, hesabını sorabileceğim ilişkilere tabi olmak istiyorum. Öncelediğim ilkelerimle, inançlarımla yaşamak istiyorum. Zafer istemiyorum, sefere çıkmak istiyorum. Ne pahasına olursa olsun hakkı ve adaleti savunmak istiyorum. Kazanmak ve hep kazanmak istemiyorum. Hizmet istemiyorum, onurlu ve adil bir hayat istemiyorum. Peygam Efendimiz "mutlu" bir insan değildi, ben de huzur ve konforu arzulamak istemiyorum. Küçükken, büyüyünce mücahit olmak isterken söylediğimiz o şarkıyı istiyorum ben. Bir avuçtuk o zaman, şimdi tükendik galiba...


Alnımızın aklığı zalime kabus olur,

Mazlumun canı yansa ahı bize dokunur.

Düşmez dilimizden, sökülmez kalbimizden,

En kutlu sözdür bu;

La İlahe İllallah.

Yorumlar

Mehmet Talha dedi ki…
şu "ilahileri" bi tasfiye edemediniz gitti, her yer pop herkes pre-ceceli :) iyi yazmışsın o ayrı.
müberra güney dedi ki…
'bir avuçtuk o zaman, şimdi tükendik galiba.'
olan biteni kalp ağrılarıyla, mide bulantılarıyla izlerken bu yazıya tesadüf etmek güzel oldu.
çok iyi yazmışsınız,elinize sağlık.

Bu blogdaki popüler yayınlar

Eylül

felahçilar*

Aralık