Yeni Türkiye: Vasatlığın* Egemenliği
Yeni Türkiye: Vasatlığın Egemenliği
"Yeni Türkiye" hiperakışkanlık çağında bir
vasatlık abidesi olarak arz-ı endam ediyor. 90'larını İslamcılık şemsiyesi
altında geçiren Müslüman bir cenah,
2000'lerin ikinci on yılında kültürel ve entelektüel biranlamda çoraklaşmanın
zirvesini yaşıyor. Sadece sanat ve edebiyat alanında değil gündelik siyasetin,
toplumsal hareketliliğin besleyicisi olan siyasal tartışmalarda da durum içler
acısı bir manzara arz ediyor. 12 Eylül referandumundan sonra kimyası değişen
siyasal ortamın, Gezi sonrasında giderek radikalleşmesi ve memleketin düşük
yoğunluklu soğuk bir iç savaşa girmesi haliyle bütün sermayenin ortaya
döküldüğü, tüm kozların masaya sürüldüğü bir konjonktür yarattı. Kültürel
teçhizatsızlığın, söylemsel boşluğun, ideolojik noksanlığın tüm perişanlığıyla
gözler önüne serdiği bu konjonktür, Müslüman kamunun söylemsel inşa
kapasitesini, entelektüel birikiminin geldiği noktayı ele veriyor.
Erhan Erken geçtiğimiz günlerde “Dünya Bizim” sitesinde yayımlanan bir yazısında, 80’ öncesinde başlayıp sonrasına uzanan kendi gençliğinin ve döneminin İslami entelektüel iklimini özetlediği bir yazı yazdı. Kitaplar ve yazarlar etrafından dönen metin, dönemin kısıtlı imkanlarına karşın sürekli okuyan, tartışan, kendinden önceki kuşakların sohbetlerine iştirak eden bir profile işaret ediyor. Erken’in hatıralarında zikrettiği, dönemin İslami yayınevlerine ve dolayısıyla çok çeşitli düşünsel tartışmalara ev sahipliği Beyaz Saray Çarşısı 1999 yılında kapandı ve otele dönüştürüldü. Geçen 15 yılda tecrübe ettiğimiz salt fiziki bir yoksunluk değil. Ona eşlik eden bir düşünsel boşluğu, tartışma ortamının yokluğu da bugün, bu ortamda yaşadığımız çoraklığa, taşralaşmaya, vasatlığın egemenliğine işaret ediyor.
2011 genel seçimlerinde, Buluşan Kadınlar inisiyatifi "Başörtülü
aday yoksa oy da yok" adlı bir kampanyayla, siyasi partilere başörtülü
milletvekili adayları göstermeleri konusunda çağrıda bulunmuştu. En birinci adresi
AKP'den bir ses çıkmasa da bu çağrı, hükümetin başörtüsü yasağını kaldırmak,
sorunu çözüme kavuşturmaktaki samimiyetini sorgulayan ve süreci zamana yayıp,
ağırdan alarak bir siyasal pazarlık unsuruna dönüştürme taktiğini teşhir eden
bir hamle oldu. İslami hareketin önde gelen kalemlerinden Ali Bulaç bu çağrıya karşılık
klasik anti-feminist tezleri dile getirdikten, kadınlara anneliği ve evi adres
gösterdikten sonra “ 'iyi saatte olsunlar' bu sefer iyi niyetli bayanlar
üzerinden AK Parti'ye yeni bir tuzak kuruyor” diyerek, girişimi derin
devlet/Ergenekon taşeronu olmakla suçlayan bir yazı kaleme aldı. Öküz ölüp
ortaklık dağıldıktan sonra Bulaç bu ithamını geri alıp kadınlardan özür dilese de, aynı yazısında Müslüman kadının yerine ve
rolüne dair tezlerini tekrarladı. 2011'de bu tartışma cereyan ederken Müslüman
kadınların savunma yazılarını okuduğumda, aynı tartışmanın 90’lı yıllarda da
benzer argümanlarla, sürdüğünü hatırladım. Aradaki fark ise o dönemde bu
tartışmaların çok daha fazla özne tarafından, çok daha çeşitli mecralarda
sürdürülüyor olmasıydı.
İskenderpaşa cemaatinin İslam dergisine ek olarak çıkıp müstakilleşen Kadın ve Aile, Zaman gazetesinin ortasında kadın sayfası olarak
başlayıp, Yenişafak’a taşınan,
sonrasında müstakil bir eke dönüşen Ev
Hali, İzlenim’deki[1]
kadın sayfaları ve daha birçokları ideolojik anlamda liberalliğin esamesinin
okunmadığı bir ortamda, Müslüman kadınlara ciddi tartışma zeminleri
oluşturdular. Koşullar bugüne nazaran çok daha kısıtlı, ufuklar sınırlı,
mecralar bağımlıydı. Fakat ortaya konan sözler karşılaştırıldığında, fiili
durumun tam tersi olduğu görülüyor. 80’lerin sonunda, 90’ların başında
yaşadığımız bu kültürel ve siyasal çeşitlilik, bugün yok. Peki geçen yirmi
yılda ne değişti, ne yitirildi? Ali Bulaç’ın 90’larda donup kalmış klişe
argümanlarına yanıt neden yalnız o dönemin bugün de entelektüel faaliyetlerini
sürdüren sınırlı bir kesiminden geliyor? Buluşan
Kadınlar’ın kampanyası neden belirli bir Müslüman kadın çevresiyle sınırlı kalıyor?
AKP fenomeniyle failleşen, gasp edilmiş haklarını geri alan (bahşedilen?)
kadınlar neden Ali Bulaç’a cevap vermeye tenezzül etmiyor, kendi kadınlıkları
müdafaa etmiyorlar?
Müslüman kadınların İslamcılara yönelik eleştiri ve
saldırıların “görünür” hedefi olması yeni değil. İslamcılık siyasal ortamdan
tasfiye olsa da, 2000’li yıllarda da bu tartışma süregeldi. Muhafazakar
burjuvazinin görünürlüğünün arttığı son yıllarda da siyasal iktisadın
eleştirisi üretim aygıtları ve mülkiyet üzerinden değil sadece Müslüman kadınların
tüketim davranışları üzerinden icra edildi. Müslümanların siyasal iktisada dair
sorunları “jipli başörtülü”, “süslüman” gibi son derece karikatür söylemlerle
güya tartışıldı. Ne var ki bu yeni burjuva, tarih kitaplarında öğretildiği
gibi, kendi “hayat tarzlarını”, aidiyet ve tercihlerini, hadi lafı
dolandırmayalım sınıflarını müdafaa eden söylemler geliştirmediler,
üretmediler. Mesela İsmail Kılıçarslan[2] bu
kesimin düzenlediği özel eğlence programlarını tefe koyarken, en basitinden
“benim hayatım, benim kararım” argümanı bile dolaşıma girmedi. Üstelik bu
sessizlik Türkiye’de “yaşam tarzı” söyleminin adeta kutsallaştığı, dokunulmaz
hale geldiği, liberal siyasetin dine dönüştüğü bir dönemde yaşandı.
Instagram’da onbinlerce takipçisi olan tesettür modacıları yaptıkları işi,
sanatı düşünsel ve ideolojik olarak savunmak yerine, moda endüstrisinden
araklanmış sosyal sorumluluk projeleriyle, Filistin veya R4bia temalı
koleksiyon ve kampanyalarla aklamaya çalıştılar.
Bir yandan bu sessizlik yaşanırken diğer yandan hiçbir
hareketliliğin yaşanmadığını söylemek haksızlık olur. AKP’nin bugün teleolojik
bir yaklaşımla tedbir veya takiyye olarak adlandırılabilecek 2000’lerin ilk
yarısındaki AB yanlısı, liberal ve çoğulcu siyasetini henüz terk etmediği,
fakat Cumhurbaşkanlığı seçimleri arifesinde “irtica” paranoyasının hortlayıp
“eski” siyasetin hatırlandığı bir dönemde, 2007 yılında sonradan Ülke Tv adını
alacak, Haber 7 ekranlarında, İsmail Kılıçarslan, Tarık Tufan ve Selahattin Yusuf'tan oluşan bir
kadroyla, ismini Mehmet Efe’nin aynı adlı şiirinden alan Meksika Sınırı adlı bir program yayınlanmaya başlandı. İlham aldığı şiir ve şairin okurlarının
hatırlayacağı bir kültürel bagajı ima eden program, Aliyalı, Humeynili
jeneriğiyle üzeri tozla kaplanmış eski bir derginin kapaklarını aralar gibiydi.
Aynı dönemde Asım Gültekin’in editörlüğünde benzer bir kültürel hafızayı geri
çağıran, Müslüman gençliği özentilikten kurtaracak, özgüvenini tazeleyecek,
“bizim değerlerimiz”i keşfedip sevmesine vesile olacak bir kültür-sanat portalı
olan “Dünya Bizim” sitesi yayına
girdi. Fatih’te kıraathane ve oto tamircilerinin bulunduğu At Pazarı muhitinde
aynı kesime hitap eden, muhafazakar entelektüellerin de “takıldığı” kafeler
açılmaya başladı. Bit pazarına nur mu yağmıştı, üzerimize toplanan ölü toprağını
silkeliyor muyduk, “medeniyet” ufkumuzda güneş falan mı doğuyordu?
Dışarıda One Minute,
Mavi Marmara ve Arap Baharı, içerideyse Balyoz Darbe planı ve 12 Eylül
referandumu ardından AKP, AB eksenindeki liberal çoğulcu siyasetinden, Ortadoğu
ve Afrika eksenli, Neo-Osmanlı olarak adlandırılacak daha müdahaleci ve
muktedir bir siyasete yöneldi. Bu politik yönelim, çıkarılmış olan İslamcı
siyaset gömleğinin tekrar giyilmese de söylemsel düzeyde tedavüle girmesini
zorunlu kıldı. Böylelikle o güne dek AKP politikalarına tam destek vermeyen
kimi eski İslamcı kadrolar da gemide yerlerini aldılar. AKP’nin ideolojikleşme
hamlesi ya bu kadroların “yerlerinde” yani mevcut dükkanlarında istihdam
edilmeleriyle yahut medya organlarına, hükümet STK’larına, danışman
pozisyonlarına alınmalarıyla icra edildi. Böylelikle eğitimden sağlığa, güvenlikten hukuka, sanayiden şehirleşmeye,
kültür endüstrisinden haberleşmeye her alanda piyasanın hakim olduğu neo-liberal politikaların etkin
ve yılmaz savunucusu ve uygulayıcısı olan AKP iktidarı, tüm bunları mütedeyyin
ve muhafazakar kitleler nezdinde meşru ve makul kılacak bir söylemsel kalkan
edinmiş oldu.
Gezi’de açığa çıkan toplumsal muhalefetten bir hükümet
darbesi peyda ederek devlet şiddetini, neoliberal politikaları ve hükümetin antidemokratik
uygulamalarını tıpkı KCK operasyonlarında olduğu gibi örtbas eden ekip bu sefer
Cemaat’in sürekli tapeler servis ederek hükümeti itibarsızlaştırmayı hedeflediği bir yolsuzluk skandalını
maskelemeye koyuldular. Sivilleşme yolunda büyük adımlar atan Yeni Türkiye
ahalisi, komploculuğa ve dış mihraklara olan itibarını yitirmemiş olacak ki
maya tuttu. “Millet” de kanaat fabrikatörlerinin imal ettiği meta anlatıya ikna oldu yahut işine öylesi geldiği için ses çıkarmamakla yetindi. Gündüz Yenişafak,
Star, Sabah ve Akşam gibi gazetelerde yazıp gece de Atv, Ülke Tv, A Haber ve
tvNet ekranlarını işgal eden, sürekli birbirini referans gösteren, kendinden
menkul, hafızadan ve insandan yoksun “Yeni Türkiye’nin aydınları” bir büyük
tarih okumasını evire çevire anlatıp durdular. Ekseriyeti ODTÜ, Bilgi, Boğaziçi
mezunu bu ekip, ağızlarında eğreti duran
laflarla hükümetin her türlü günahını müdafaa cesaretini göstererek inandırıcılıklarını
da yitirdiler. İşin gülüncü bu güne kadar geçmişle yüzleşme, demokratikleşme
gibi liberal bir
jargondan devşirilmiş,
kolonileştirilmiş bir söylemle iş tutan ekibimiz şimdi vatan, millet, Allah,
Peygamber gibi pek de aşina olmadıkları bir dille konuşmak zorundaydılar.
Tam da bu noktada devreye bugüne kadar çok da makbul
bulunmayan abiler, ablalar girdi. Bilhassa hükümetin ümmetçi olduğu iddia
edilen dış politikalarında ta Bosna savaşından kalma bir hafıza canlanmakta,
gözyaşları sel olup akmaktaydı. Gezi’de ayaklanan kesimlerin adeta bir antitezi
gibi sunulan Mısır’daki Rabia eylemleri ve İhvan hükümetinin devrilmesiyle
söylem zirve yaptı. Sanki bütün Müslümanlar ayağa kalkmış halife-i ruy-i zemin
efendimizin zuhurunu gözlüyor, ümmet feryad-ü figan Yeni Türkiye’nin ayağa
kalkıp mazlumlara umut ışığı saçmasını bekliyordu. Dışişleri Bakanının Milli
Gençlik Vakfı’nın Kudüs Gecesi’nde nutuk atan bir teşkilat vaizi gibi konuştuğu
bir düzlemde ömrünü sivilleşmeye adamış kalemşörlerin cihad nutukları atması,
Abdülhamid destanları yazması şaşılır değil vel fakat inandırıcı da değil.
Gezi ve 17 Aralık ile beraber hükümet medyasında
gördüğümüz pespayelik, banallik ve vasatlık aslında bir noksanlığın göstergesi.
Söylemsel düzeyde kendini, çıkardığını beyan ettiği İslamcı gömleğe izafe eden
bir hükümet nasıl olur da Yiğit Bulut veya Barlasgiller gibi “her devrin adamları” tarafından müdafaa edilir? Bütün iktidarın tek bir elde toplanıp tüm
politikaların tek bir ağızdan belirlendiği bir siyasal rejim demokratikleşme ve
sivilleşme argümanıyla nasıl savunulabilir? 12 yılda Türkiye’de olumlu ve olumsuz manada
radikal değişikliklere imza atan bir parti, nasıl olur da çoktan tedavülden
kalkmış Abdurrahman Dilipak, Kadir Mısıroğlu gibi aktörlere muhtaç hale gelir?
Kabak tadı veren Levent Kırca skeçlerine benzeyen bu
gülünç ve tuhaf manzaraya tüy diken hadise geçtiğimiz günlerde bir grup İslamcı
entelektüele yönelik #evetboykot kampanyasıyla yaşandı. İlginçtir Cemaat’in
Hakan Fidan’ı hedef aldığı, hiçbir toplumsal karşılığı olmayan ve buram buram
sipariş kokan “Acem uşağı” söylemini taklit eden bu kampanya, hükümetin
Suriye politikalarını benimsemeyen, çoğunluğu geçen yıl kimyasal silah
kullanılmasının akabinde ABD müdahalesi çağrılarına karşın kaleme alınan “3.
Bir Yol Mümkün” bildirisinin imzacılarından oluşan araya da birkaç nişanelik
İran taraftarı serpiştirilmiş liste Genç Siviller sempatizanlarından, AK
trollere, neo-Selefilerden eskiden İrancılıkla anılan yeni AKP
muhibbanına kadar çok ilginç bir ittifak eliyle savunuldu ve paylaşıldı. İşin
trajikomik yanı, hükümet politikalarını açıkça eleştirmekten, yeri geldiğinden aklıselim
çağrılar yapmaktan çekinmeyen bu bir avuç entelektüel zaten hükümet medyasında ne görünür, ne
anılır olmuş, sözleri çoktan itibarını
yitirmişti. Acıdır ki pespaye ve perişan bir kanaat ekibiyle kendini müdafaa
eden iktidar ve durumdan vazife çıkaran fedaileri cılız bir avuç sese dahi
tahammül edemeyen bir gözü dönmüşlük içerisindeydi. Alaycı bir dille
saldırdıkları “3. Yol” hattının, bugün Müslümanları özgüven sahibi bireyler
kılan İslami mücadelenin, 60’larda “ne sağ ne sol” nidasıyla inşa edildiğinden
haberdarlar mıydı acaba?
İran’ın tıpkı AKP gibi “devrim” olmaktan vazgeçip
“devlet” olmayı tercih ettiği süreçte, çoğu zaman ümmetin kanına mal olan
icraatları İslam inkılabı adına yapılmış ve dönemin inkılapçıları tarafından
güç-bela müdafaa edilmiş olsa da imaj ve itibarının giderek eridiği bir
hakikat. Suriye’deki iç savaşta açıkça Esed rejimine destek veren İran,
antiemperyalizmden mütevellit topladığı son sempati kırıntılarını[4]
nefretle değiştirirken reel anlamda Türkiye’de çoktan silinmiş olan İrancılığın
tıpkı darbecilik gibi nasıl yoktan var edildiği bir muamma. Açık olan ise AKP
hükümetinin söylemsel İslamcılığının sembol nesnesi olan Filistin’in Suriye ile
yer değiştirdiği ve bunun artık milli bir meseleye dönüştüğü. MGK ilga edilmiş
olsa da milli meselelerimize ihanet eden iç düşmanların akıbetinin ne olduğu
malum. Peki, AKP politikalarından bağımsız hareket etmeyen bu
kesim, zaten kimsenin münferit ve müstakil bir harekete, sahici bir hamleye
girişmediği bu süreçte bu cılız sesleri neden boykot görünümlü bir kişilik
suikastiyle değil
de etkili ve güçlü
bir karşı propaganda hamlesiyle bastırmıyor? Hükümet medyası, sivillikten
memurluğa terfi etmiş STK’lar[5], sarı
sendikaları emre amadeyken Suriye kıyamının her yönüyle masaya yatırıldığı,
komutanların, mücahitlerin boy gösterdiği paneller, konferanslar organize
etmek, yayınlar yapmak, kitaplar basmak, filimler çevirmek çok mu zor? Neden
Türkçe yayın yapan bir Suriye’nin Sesi radyosu dinleyemiyoruz, Özgür Suriye’den
haberler getiren gazetelerimiz yok? Benim kuşağım Bosna Marşı[6]’nı
ezbere bilir, en azından melodisini mırıldanır mesela. Saraçhane’deki
gençlerden geçtim, ihtiyarları çevirseniz acaba Özgür Suriye Marşı[7]’nı
bilirler mi? Sahi var mı öyle bir marş?
İki yıl önce Saraybosna'da, yaptığımız film için arşiv görüntülerini tararken yönetmen Aida Begiç ile sık sık şuna hayret ederken
bulmuştuk kendimizi; anlattığı olaylardan, katliamlardan ve en önemlisi seyrettiğimiz
imajlardan haberdar. hemen hepsine aşinaydım. Aida kendisinin dahi
hatırlamadığı detayları 5 yaşındaki halimle hatırlayışıma, bense o yaşta tüm
bunların hafızama nasıl yerleşmiş olduğuma hayret ediyordum. Oysa cevap çok
basitti; dönemin İslamcı atmosfer ve mobilizasyonu, televizyonsuz bir evin 5
yaşındaki çocuğuna ulaşacak kadar aktif ve etkindi, üstelik bugünkü imkanların
onda birine bile sahip değilken. Başta sorduğumuzu tekrar soralım; geçen
yirmi yılda neyi yitirdik?
İhtilafta rahmet arayan bir Peygamber’in ümmetiyiz.
Kavganın olmadığı yerde bereket olmaz. İnsanı insan kılan cedel ve cehd eylemlerdir.
Hadi biraz modernist bir yerden kuralım, küfürle karşılaşılmadan iman edilemez.
Söz de kavgadan neşet eder. İslamcıları sağdan ayıran en temel özelliklerden
biri, eleştirel tavırlarıyla sağın kültürel ve entelektüel vasatlığını
aşmaları, tüm mahrumiyete rağmen özellikle fikir ve edebiyatta kendini belli
eden değerler, sözler üretmeleriydi. AKP tecrübesi on yılı çoktan devirip
ikinci on yılı yarılamaya yaklaşırken bunun kenarından, köşesinden geçebilmiş,
herhangi bir anlamda taş üstüne taş koyabilmiş değil. Kelimenin her anlamıyla
olağanüstü bir inşa süreci yaşanırken, ne yazık ki bir ihyadan söz etmek mümkün
değil. Eskinin kötü bir tedavülünden geçtim, mevcut olanın tasfiyesine dahi
yeltenen bir vasatlık söz konusu. Siyasal iktidar bunun üstesinden gelemezken,
sadece devşirdiği kadrolar değil, ürettiği “yeni insan” da böylesi bir taleple
matuf değil. Onun için Erdoğan kavgasında yalnız, bir avuç devşirmenin
kalemine, sözüne, twitine muhtaç.
Bu düşünsel çoraklık, entelektüel vasatlık, kültürel
taşralaşma sadece AKP siyasasına değil bu coğrafyada yaşayan tüm inananlara
zuldür. Bu dünyaya adil bir söz, insanca bir teklif içeren bir paradigmanın
intiharıdır. İslam’ın itibarının yerle bir olduğu, coğrafyanın her parçasından
feryadın yükseldiği bir dönemde geldiğimiz noktada hatırlamamız gereken, sonlu
bir siyasal proje olan AKP’den sonrasının da var olduğudur. Eğer inandırıcılığımızı,
özsaygımızı ve benliğimizi yitirmek istemiyorsak tekrardan söze ve kelama
sarılmak, kavgayı yükseltmek zamanıdır.
* Vasat, etimolojik olarak ortalama, Sünnet’teki
karşılığıyla mutedil gibi manalara gelse de esasen bu metinde “mediocracy”
karşılığı olarak kullanıldı.
[1] İz Yayıncılık tarafından, Ahmet Şişman’ın girişimiyle, 1992-1997 yılları arasında
yayınlanan, Ahmet Davutoğlu’ndan Lale Müldür’e, Mustafa Özel’den Cihan Aktaş’a,
Ali Bulaç’tan Rasim Özdenören’e pek çok ismin yazılarının yer aldığı aktüel
siyasi fikir dergisi.
[3] İran Cumhurbaşkanı Mahmud Ahmedinejad’ın
2008 yılında İstanbul’u ziyaretinde, Sultanahmet Camii’nde sünni bir imamın
arkasında Cuma namazını eda ettikten sonra çıkışta cami imamı Emrullah
Hatipoğlu’nun kürsüden ikazlarına karşın tekbirler eşliğinde karşılaştığı coşku
selinden görüntüler
[6] Sanırım temsiliyeti olan böyle bir marş yok. Youtube’da dolanan pek çok marş var fakat
en meşhuru şehid İbrahim Kashoush’un dabke formundaki Yalla Erhal Ya Bashar parçası
Yorumlar