17 Aralık: Pragmatizmin İflası
17 Aralık operasyonu gümbür gümbür geldi geçti. 2007'de Ergenekon operasyondan itibaren gayrinizami harp esaslarıyla yürütülen, demokratik ve adil olmayan bir yargılama daha doğrusu siyasal tasfiye sistemin sonunda döndü dolaştı yaratıcısını vurdu. 2006'da AKP'nin toplumsal muhalefete karşı çıkardığı TMK ve güya DGM'leri kapatıp kurduğu ÖYM'ler döndü, MİT müsteşarını, bakanları ve Başbakan'ı takip etmeye, dinlemeye ve hatta tutuklamaya imkan verdi. Denetimsiz güç, sahibini zehirledi. TMK'nın yol açtığı korkunç sonuçlara, kararttığı ve hatta imha ettiği hayatlara AKP'li yıllarda hep beraber tanıklık ettik. İslamcılar, muhafazakarlar, sağcılar (bugünlerde boykot edilen bir takım) istisnalar dışında bu duruma kulak tıkamakla yetindiler. Göz yumdukları zulüm, kendi kapılarını çaldığındaysa feryat figan gökleri tuttu. Tuttu tutmasına da tehlike geçince aynı tas aynı hamam, merkezi iktidar, denetimsiz güç, antidemokratik siyaset ve yönetim tam gaz devam ediyor.
"Yanlış tanımışız, aldanmışız" diye beyan olunan, çocuk bile kandıramayacak riyakarlığı kendilerine yedirebilenleri Allah'a havale edelim, biz mevzumuza gelelim. Cemaat bin yıllık sağcı teranesi "önce bir yerlere gelelim, sonra..." geyiğinin limitini, telefon dinlemelerinde Stasi rekorlarını zorlayarak aşmış oldu. Sonuç; elde var sıfır. Terör adı altında istisna haline karar veren, bunun verdiği güçle toplumu dizayn etmeye cüret eden, işi ileriye götürüp küresel taşeronluğa vardıran siyasal akıl baltayı taşa vurdu. Cemaat'in CIA bağlantıları, dış mihrakle felan açıkçası umurumda değil. Benim buradaki meselem, kalbi vatan ve Allah aşkıyla atan Yozgat'lı bir TMŞ polisi, neye inanıp, kime güvenip işin ucunu buraya kadar vardırabiliyor? Hangi din, ahlak ve İslam algısı bizi bu noktaya getiriyor, götürüyor? Esas sormamız gereken şu; Cemaat'in 12 yıllık iş ortağı, bir kısım eski İslamcıdan mütevellit AKP politbürosu ve yakın çevresi bu ilkel Makyevelizm, iktidar saplantısı ve devleti ele geçirme arzusundan ne kadar beri? Bunca yıl iş ortaklığı, yatak yoldaşlığı yapmış olanlar, herhalde "iş başka, aşk başka" diyecek profesyonel mesafeyi tutturamamış olsa gerek. Hülasa, Cemaat eliyle zirveleşen rasyonalleşme ve devletleşme (Kemalistleşme, İttihatçılaşma) ile hesaplaşmanın vakti artık gelmedi mi?
28 Şubat, İslamcı siyaset için ilke ve idealler, Müslümanca bir hayat ve düzen uğrunda yürütülebilecek her türlü kolektif ve bireysel performans için yitim ve bitim noktasıydı. 94'te Refah'ın belediyecilik ve sonra iktidar tecrübesiyle doğal sınırlarına ulaşan popülist İslamcı siyaset sistemle giriştiği kavgadan yenilerek çıkmış, Kürt hareketinin ödediği bedeli de göze alamadığından uzlaşmayla meseleyi altmışaltıya bağlamıştı. En ağır bedeli ödeyenler yine Müslüman kadınlar oldu. Erkekler de düzenle anlaşıp, AKP'yi kurdular. Yaklaşık 10 sene sonra, kadınlara da sus payı verildi, başörtüsü meselesi tedrici olarak halledildi. Bunun bir siyasi pazarlık, lütuf ve rüşvete dönüşmesinden rahatsız olan, pek de olmadı galiba. İslamcılar 28 Şubat'ta Dünya'yı Kitab'a uydurmaktansa, Kitab'ı Dünya'ya uydurmak yolunu seçtiler. Devrim değil Devlet olmak istediler. İşte biz buna kısaca pragmatizm diyoruz, solcular oportünizm de derler. Bu süreç 12 Eylül ve Özal'la başlayan, Müslüman bilincin rasyonelleşmesi, protestanlaşmasının da önemli kırılmalarından biri oldu. Gömleği çıkaranların tüm bunlardan arınması biraz zor oldu, ama kendilerine iyi bir yol arkadaşı bulmakta gecikmediler. İslami bir Rönesans'tan bahsedeceksek, tüm Batılı değer ve paradigmayla muhteşem bir bütünleşmeyi gerçekleştiren Cemaat bunun tek adresiydi. Aranan kan buldu, izdivaç gerçekleşti.
17 Aralık, Cemaat'le AKP evliliğinin gayrımeşru çocuğun doğumuyla sonlandığını gösteriyor. AKP güya tekrardan gömleğe sarılmış, bilhassa Davutoğlu'nun medeniyet ve Osmanlı kolpacılıklarıyla bize ilke satıyor. Hani neredeyse inanacağız. İnanacağız da, neoliberalizmin vahşeti bizi bu tatlı rüyadan uyandırıyor. Kah kömür yanığı olup Soma'da işçi bedenlerini kavuruyor, kah biber gazı olup ciğerlerimizi dağlıyor. Masal kabusa dönüşüyor. Pragmatik siyaset, ilke ve değerler sosuyla bile yenmiyor, yutulmuyor. Devrim değil devlet olmaya ahdetmiş, Dünya'ya dair tehdit ve teklifini çoktan yitirmiş, mazlumların ahıyla değil iktidarının kibriyle dolmuş akıllardan birşey beklemek yersiz. Adaleti tesis etmek için bedel ödemekten kaçanlarda Hakk aramak manasız. Hele şunu bir kabullenmekte fayda var. AKP'nin üç kuruş delikanlılığı olsa Cemaat'in 5 yıl önce içeri tıktığı Kemalistleri düzme iddianamelerle değil, hukuken sağlam, gerçek suç ve delillerle yargılar, meseleyi yargı düzleminden çıkarıp toplumsallaştırırdı. Bunun yerine öküz ölüp ortaklık dağılınca dün terörist dediğini bağrına basmayı, hepsini salıverip iade-i itibar etmeyi tercih etti. Hadi o devlet, tükürdüğünü yalar, işine geldiğini söyler. Peki onun takipçileri, kraldan çok kralcıları, sessiz devrim saksağanları? İlk işleri koşa koşa emekli işkenceci polis şefine, özel harekatçı komutana röportaja gitmek oldu. Onların midesi alabilir, ama bizim midemiz almıyor. Ergenekon davası başladığında, Fırat'ın öte yakasına uzansın, gerçek failler ve suçlar yargılansın derken harbi bir adalet istiyorduk. Siz düzmece davanızda bile durmadınız. Darbecileri mahkemelerde değil gazete manşetlerinde, hukukla değil medyayla yargıladınız. Eh, saman alevinden yüzleşme bu kadar olur. Onun için Gezi'de, eteklerinizi tutuşturan o Kemalist pörtleme bu kadar şedid oldu. Neyse, dua edin Kürtler var.
AKP'nin liberal ve bir o kadar da küstah kalemşörleri, toplumsal muhalefeti biteviye küçümserken, solcuları, islamcıları, devrimcileri sinizm eleştirisiyle güya köşeye sıkıştırmaya çalışıyorlar. Dünyayı değiştirmek, iyi ve güzelin kavgasını vermek, adalet yerini bulsun, hakikat duyulsun istemek gibi ideallerin neferleri bu eleştiriyi kendilerine yöneltebilirler. İlkelerimizin, ideallerimizin peşinde koşarken çok mu uçuyoruz, düşlerimizin esiri olup kendimizi imha mı ediyoruz diye sorabilirler. Hak mücadelesini haksız bir dille mi yürütüyoruz, hakkaniyeti gözetmekten vazgeçip nefsimize yenik mi düşüyoruz diye şüphe edebiliriz, iyidir, lazımdır. İslam inqilabından, Sovyet tecrübesinden sonra bunlar akıl sahipleri için ibret ve muhasebe vesilesidir. Bunda bir mahzur yok. Fakat bize düzenin pisliğini yedirmek, günahlarına ortak etmek, emeğimizi değil onurumuzu satın almak isteyen alçakların sinizm diyerek en azından eleştiri düzeyinde yükselttiğimiz muhalefet ve mukavemeti içerme projelerini yutacak kadar aptal değiliz. Hele kullanışlı aptal filan hiç değiliz. Biz kalbimizle düşünür, aklımızla hissederiz. İradenin iyimserliğiyle aklım kötümserliğini meczeder, kaybedeceğimizi bile bile bu yola düşeriz. Gerekirse bedel de öderiz. Çünkü biz zaferle değil, seferle mükellefiz.
Piyasanın kurallarını, taşeronluk gibi apaçık kölelik rejimini, kentsel rant politikalarını, psikolojik harbi, medya üzerinden itibarsızlaştırma operasyonlarını benimsemiş, Demirel'den tek farkı tecvitli Kur'an kıraati olan bir siyasal aklın gerçekten "fark"ı ne olabilir, eski Türkiye'den? Müslümanların sistemle, devlete bir sorunları, meseleleri kalmadıysa. Devlet ve iktidar fikri, öyle pek de yapısal bir dönüşüme uğramadan hemen herkesin zihninde müspet, makbul ve muteber bir yere kavuştuysa, burada bir tür ilkenin varlığından bahsedilemez. Daha doğrusu pragmatizmin bize ilke diye yutturduğu, yediğimiz içtiğimiz sağcılıktır, on numara statükodur. Hastaların sağlık çalışanlarını dövebildiği, dolayısıyla "millet"in "devlet" önünde ceketini iliklemek şöyle dursun, ona hükmedebildiği hikayesine ancak sivillikten memurluğa terfi edenler inanabilirler. Kenar mahallelerin ümidi hala Reis olabilir, İslamcılığın moral ve duygusal ekmeğini yemeye devam edebilir. Nihayetinde TC devleti katliamlara, felaketlere, imha ve inkar politikalarına kah kimlik kah emek üzerinden devam ediyorsa, değişen sadece formlar, aygıtlardır. Elbette bu da mühimdir, mücadele biçimlerinden yenilenmeyi mecbur ve elzem kılar. Ama o kadar. Esasa taalluk etmez, kavgamızı değiştirmez.
Peki, pragmatizmin zirve yaptığı, "yiyor ama çalışıyorlar" lafzının ahlaki bir kaideye dönüştüğü, sonuç odaklı düşünmenin itikadileştiği bir dönemde, ilkelerini ve ideallerini savunanlar, radikalizmin sürdürülemez bir kör dövüşüne dönüşmesinden nasıl kurtulacaklar? Tabii ki gömleklerinden soyunarak, geçmişlerinden ve kavgalarından kurtularak değil. Birtakım kötü alışkanlıklarından; onları halklaşmaktan, ümmîleşmekten alıkoyan şeylerden, haklı olmanın kibrinden, mazlumken zalimleşmekten taharet ederek mesela. Sonuca değil sürece, zafere değil sefere odaklanarak mesela. Tek olanı da, çok olanı da hesaba katarak, kavgasına uzaktaki düşmandan değil mahalle komşusundan başlayarak mesela. Biz ve onlar diye değil, hepimiz için napabiliriz diye düşünerek, kendinden olmayandan nefret etmeyerek, fakat hak ve batıldan da vazgeçmeyerek mesela. Ne demiş atalarımız; kurtuluş yok tek başına, ya hep beraber ya hiçbirimizi. Bizden olmayanların kendilerini emniyetsiz değil, bizzatihi bizden emin hissettirerek eylemek mesela, kalplere korku salarak değil itimad ve itibar aşılayarak mesela.
Liste uzayıp gidebilir. Nihayetinde hatırlamamız gereken, sevgili Cüneyt Sarıyaşar'ın dediği gibi bir kasabaya eğer asfalt gelecekse, ki buna "hizmet" de denebilir, o asfaltın ille belediye reisinin kayınçosu tarafından, encümene rüşvet yedirilerek, malzemeden çalınarak, işçiyi de üç kuruşa çalıştırarak, üstelik oy vermeyen mahalleye de uğramayarak geleceğidir. Hülasa Reis'in her fırsatta olmadığını iddia ettiği gibi, "ideoloji" yoksa eğer, hizmet rant mekanizmalarıyla içiçe geçerek, pragmatik bir aklın ameli olarak hayatlarımızı dönüştürür, iğfal eder. Millet hizmet istiyor, karnı doysun istiyor. Menderes'le ayağı lastik görmüştü, şimdi de uçağa binmek, hastanede sıra beklememek filan istiyor. O hastanede sıra beklemiyor, ama lağımını temizleyen taşeron işçisi karaciğer yetmezliğinden ölüp gidiyor mesela. Plazalar ışıldasın, klimalar serinletsin istiyor mesela. Sonra elektrik santrallerine kömür yetişsin, hem de ucuza gelsin diye yüzlerce madenci can veriyor, dönüp kimse bakmıyor mesela. Eh devlet yönetiyorsan, biraz fire de vereceksin, olacak o kadar. Bu sessiz devrimin yanında, teferruat bunlar. Evet; Fethullah hoca bayrak saydığımız başörtüsüne füruat demişti. Onun polislerinin alaşağı etmeğe kalktığı AKP düzeni de kimilerini teferruat, eğitim zayiatı, canı ucuz görüyor. Onlar ölüyorlar. Biz ise sadece yediğimiz ekmekle yetinmiyor, kaybettiklerimizin yasını tutup hesabını sormaya ahd ediyoruz.
Şimdi stratejik derinlikli, Türk-İslam sentezcisi, medeniyet üfürükçüsü, değer tüccarı, ilkeler şairi hocamız Başbakan olmuşken sayın savcım, merak ettiğim şudur: Devletinizle yatıp devletinizle kalkarken, kendi çocuklarınızın kanını emip etini çiğnerken, Yeni Türkiye diye bize binbir çuval giydirip neoliberalizme köle ederken, Müslümanların midesi bu pragmatizmi kaldırmaya daha ne kadar devam edecek? Gömleği çıkarıp başka bir urba giymiş, ilkeleri ve idealleri unufak etmiş, Müslümanım diye değil bir söz söylemek, sokağa çıkacak yüzümüzü bırakmamış olanlar, şimdi Firavun'un sarayını yeşile boyarlarken bizi hangi şiirlerle oyalayacak, hangi numaralarla gözümüzü bağlayacaklar? Yiyecek miyiz, yutacak mıyız, istifra etmeyecek miyiz? Biz yemiyoruz arkadaşlar. Ne Erdoğan ümmetin halifesi, ne de Yeni Türkiye islam devletidir. AKP ise olsa olsa islamcılığın Sovyetleridir. Biz bu necasetten taharete, pragmatizmden redd-i mirasa niyetliyiz. Var mısınız?
"Yanlış tanımışız, aldanmışız" diye beyan olunan, çocuk bile kandıramayacak riyakarlığı kendilerine yedirebilenleri Allah'a havale edelim, biz mevzumuza gelelim. Cemaat bin yıllık sağcı teranesi "önce bir yerlere gelelim, sonra..." geyiğinin limitini, telefon dinlemelerinde Stasi rekorlarını zorlayarak aşmış oldu. Sonuç; elde var sıfır. Terör adı altında istisna haline karar veren, bunun verdiği güçle toplumu dizayn etmeye cüret eden, işi ileriye götürüp küresel taşeronluğa vardıran siyasal akıl baltayı taşa vurdu. Cemaat'in CIA bağlantıları, dış mihrakle felan açıkçası umurumda değil. Benim buradaki meselem, kalbi vatan ve Allah aşkıyla atan Yozgat'lı bir TMŞ polisi, neye inanıp, kime güvenip işin ucunu buraya kadar vardırabiliyor? Hangi din, ahlak ve İslam algısı bizi bu noktaya getiriyor, götürüyor? Esas sormamız gereken şu; Cemaat'in 12 yıllık iş ortağı, bir kısım eski İslamcıdan mütevellit AKP politbürosu ve yakın çevresi bu ilkel Makyevelizm, iktidar saplantısı ve devleti ele geçirme arzusundan ne kadar beri? Bunca yıl iş ortaklığı, yatak yoldaşlığı yapmış olanlar, herhalde "iş başka, aşk başka" diyecek profesyonel mesafeyi tutturamamış olsa gerek. Hülasa, Cemaat eliyle zirveleşen rasyonalleşme ve devletleşme (Kemalistleşme, İttihatçılaşma) ile hesaplaşmanın vakti artık gelmedi mi?
28 Şubat, İslamcı siyaset için ilke ve idealler, Müslümanca bir hayat ve düzen uğrunda yürütülebilecek her türlü kolektif ve bireysel performans için yitim ve bitim noktasıydı. 94'te Refah'ın belediyecilik ve sonra iktidar tecrübesiyle doğal sınırlarına ulaşan popülist İslamcı siyaset sistemle giriştiği kavgadan yenilerek çıkmış, Kürt hareketinin ödediği bedeli de göze alamadığından uzlaşmayla meseleyi altmışaltıya bağlamıştı. En ağır bedeli ödeyenler yine Müslüman kadınlar oldu. Erkekler de düzenle anlaşıp, AKP'yi kurdular. Yaklaşık 10 sene sonra, kadınlara da sus payı verildi, başörtüsü meselesi tedrici olarak halledildi. Bunun bir siyasi pazarlık, lütuf ve rüşvete dönüşmesinden rahatsız olan, pek de olmadı galiba. İslamcılar 28 Şubat'ta Dünya'yı Kitab'a uydurmaktansa, Kitab'ı Dünya'ya uydurmak yolunu seçtiler. Devrim değil Devlet olmak istediler. İşte biz buna kısaca pragmatizm diyoruz, solcular oportünizm de derler. Bu süreç 12 Eylül ve Özal'la başlayan, Müslüman bilincin rasyonelleşmesi, protestanlaşmasının da önemli kırılmalarından biri oldu. Gömleği çıkaranların tüm bunlardan arınması biraz zor oldu, ama kendilerine iyi bir yol arkadaşı bulmakta gecikmediler. İslami bir Rönesans'tan bahsedeceksek, tüm Batılı değer ve paradigmayla muhteşem bir bütünleşmeyi gerçekleştiren Cemaat bunun tek adresiydi. Aranan kan buldu, izdivaç gerçekleşti.
17 Aralık, Cemaat'le AKP evliliğinin gayrımeşru çocuğun doğumuyla sonlandığını gösteriyor. AKP güya tekrardan gömleğe sarılmış, bilhassa Davutoğlu'nun medeniyet ve Osmanlı kolpacılıklarıyla bize ilke satıyor. Hani neredeyse inanacağız. İnanacağız da, neoliberalizmin vahşeti bizi bu tatlı rüyadan uyandırıyor. Kah kömür yanığı olup Soma'da işçi bedenlerini kavuruyor, kah biber gazı olup ciğerlerimizi dağlıyor. Masal kabusa dönüşüyor. Pragmatik siyaset, ilke ve değerler sosuyla bile yenmiyor, yutulmuyor. Devrim değil devlet olmaya ahdetmiş, Dünya'ya dair tehdit ve teklifini çoktan yitirmiş, mazlumların ahıyla değil iktidarının kibriyle dolmuş akıllardan birşey beklemek yersiz. Adaleti tesis etmek için bedel ödemekten kaçanlarda Hakk aramak manasız. Hele şunu bir kabullenmekte fayda var. AKP'nin üç kuruş delikanlılığı olsa Cemaat'in 5 yıl önce içeri tıktığı Kemalistleri düzme iddianamelerle değil, hukuken sağlam, gerçek suç ve delillerle yargılar, meseleyi yargı düzleminden çıkarıp toplumsallaştırırdı. Bunun yerine öküz ölüp ortaklık dağılınca dün terörist dediğini bağrına basmayı, hepsini salıverip iade-i itibar etmeyi tercih etti. Hadi o devlet, tükürdüğünü yalar, işine geldiğini söyler. Peki onun takipçileri, kraldan çok kralcıları, sessiz devrim saksağanları? İlk işleri koşa koşa emekli işkenceci polis şefine, özel harekatçı komutana röportaja gitmek oldu. Onların midesi alabilir, ama bizim midemiz almıyor. Ergenekon davası başladığında, Fırat'ın öte yakasına uzansın, gerçek failler ve suçlar yargılansın derken harbi bir adalet istiyorduk. Siz düzmece davanızda bile durmadınız. Darbecileri mahkemelerde değil gazete manşetlerinde, hukukla değil medyayla yargıladınız. Eh, saman alevinden yüzleşme bu kadar olur. Onun için Gezi'de, eteklerinizi tutuşturan o Kemalist pörtleme bu kadar şedid oldu. Neyse, dua edin Kürtler var.
AKP'nin liberal ve bir o kadar da küstah kalemşörleri, toplumsal muhalefeti biteviye küçümserken, solcuları, islamcıları, devrimcileri sinizm eleştirisiyle güya köşeye sıkıştırmaya çalışıyorlar. Dünyayı değiştirmek, iyi ve güzelin kavgasını vermek, adalet yerini bulsun, hakikat duyulsun istemek gibi ideallerin neferleri bu eleştiriyi kendilerine yöneltebilirler. İlkelerimizin, ideallerimizin peşinde koşarken çok mu uçuyoruz, düşlerimizin esiri olup kendimizi imha mı ediyoruz diye sorabilirler. Hak mücadelesini haksız bir dille mi yürütüyoruz, hakkaniyeti gözetmekten vazgeçip nefsimize yenik mi düşüyoruz diye şüphe edebiliriz, iyidir, lazımdır. İslam inqilabından, Sovyet tecrübesinden sonra bunlar akıl sahipleri için ibret ve muhasebe vesilesidir. Bunda bir mahzur yok. Fakat bize düzenin pisliğini yedirmek, günahlarına ortak etmek, emeğimizi değil onurumuzu satın almak isteyen alçakların sinizm diyerek en azından eleştiri düzeyinde yükselttiğimiz muhalefet ve mukavemeti içerme projelerini yutacak kadar aptal değiliz. Hele kullanışlı aptal filan hiç değiliz. Biz kalbimizle düşünür, aklımızla hissederiz. İradenin iyimserliğiyle aklım kötümserliğini meczeder, kaybedeceğimizi bile bile bu yola düşeriz. Gerekirse bedel de öderiz. Çünkü biz zaferle değil, seferle mükellefiz.
Piyasanın kurallarını, taşeronluk gibi apaçık kölelik rejimini, kentsel rant politikalarını, psikolojik harbi, medya üzerinden itibarsızlaştırma operasyonlarını benimsemiş, Demirel'den tek farkı tecvitli Kur'an kıraati olan bir siyasal aklın gerçekten "fark"ı ne olabilir, eski Türkiye'den? Müslümanların sistemle, devlete bir sorunları, meseleleri kalmadıysa. Devlet ve iktidar fikri, öyle pek de yapısal bir dönüşüme uğramadan hemen herkesin zihninde müspet, makbul ve muteber bir yere kavuştuysa, burada bir tür ilkenin varlığından bahsedilemez. Daha doğrusu pragmatizmin bize ilke diye yutturduğu, yediğimiz içtiğimiz sağcılıktır, on numara statükodur. Hastaların sağlık çalışanlarını dövebildiği, dolayısıyla "millet"in "devlet" önünde ceketini iliklemek şöyle dursun, ona hükmedebildiği hikayesine ancak sivillikten memurluğa terfi edenler inanabilirler. Kenar mahallelerin ümidi hala Reis olabilir, İslamcılığın moral ve duygusal ekmeğini yemeye devam edebilir. Nihayetinde TC devleti katliamlara, felaketlere, imha ve inkar politikalarına kah kimlik kah emek üzerinden devam ediyorsa, değişen sadece formlar, aygıtlardır. Elbette bu da mühimdir, mücadele biçimlerinden yenilenmeyi mecbur ve elzem kılar. Ama o kadar. Esasa taalluk etmez, kavgamızı değiştirmez.
Peki, pragmatizmin zirve yaptığı, "yiyor ama çalışıyorlar" lafzının ahlaki bir kaideye dönüştüğü, sonuç odaklı düşünmenin itikadileştiği bir dönemde, ilkelerini ve ideallerini savunanlar, radikalizmin sürdürülemez bir kör dövüşüne dönüşmesinden nasıl kurtulacaklar? Tabii ki gömleklerinden soyunarak, geçmişlerinden ve kavgalarından kurtularak değil. Birtakım kötü alışkanlıklarından; onları halklaşmaktan, ümmîleşmekten alıkoyan şeylerden, haklı olmanın kibrinden, mazlumken zalimleşmekten taharet ederek mesela. Sonuca değil sürece, zafere değil sefere odaklanarak mesela. Tek olanı da, çok olanı da hesaba katarak, kavgasına uzaktaki düşmandan değil mahalle komşusundan başlayarak mesela. Biz ve onlar diye değil, hepimiz için napabiliriz diye düşünerek, kendinden olmayandan nefret etmeyerek, fakat hak ve batıldan da vazgeçmeyerek mesela. Ne demiş atalarımız; kurtuluş yok tek başına, ya hep beraber ya hiçbirimizi. Bizden olmayanların kendilerini emniyetsiz değil, bizzatihi bizden emin hissettirerek eylemek mesela, kalplere korku salarak değil itimad ve itibar aşılayarak mesela.
Liste uzayıp gidebilir. Nihayetinde hatırlamamız gereken, sevgili Cüneyt Sarıyaşar'ın dediği gibi bir kasabaya eğer asfalt gelecekse, ki buna "hizmet" de denebilir, o asfaltın ille belediye reisinin kayınçosu tarafından, encümene rüşvet yedirilerek, malzemeden çalınarak, işçiyi de üç kuruşa çalıştırarak, üstelik oy vermeyen mahalleye de uğramayarak geleceğidir. Hülasa Reis'in her fırsatta olmadığını iddia ettiği gibi, "ideoloji" yoksa eğer, hizmet rant mekanizmalarıyla içiçe geçerek, pragmatik bir aklın ameli olarak hayatlarımızı dönüştürür, iğfal eder. Millet hizmet istiyor, karnı doysun istiyor. Menderes'le ayağı lastik görmüştü, şimdi de uçağa binmek, hastanede sıra beklememek filan istiyor. O hastanede sıra beklemiyor, ama lağımını temizleyen taşeron işçisi karaciğer yetmezliğinden ölüp gidiyor mesela. Plazalar ışıldasın, klimalar serinletsin istiyor mesela. Sonra elektrik santrallerine kömür yetişsin, hem de ucuza gelsin diye yüzlerce madenci can veriyor, dönüp kimse bakmıyor mesela. Eh devlet yönetiyorsan, biraz fire de vereceksin, olacak o kadar. Bu sessiz devrimin yanında, teferruat bunlar. Evet; Fethullah hoca bayrak saydığımız başörtüsüne füruat demişti. Onun polislerinin alaşağı etmeğe kalktığı AKP düzeni de kimilerini teferruat, eğitim zayiatı, canı ucuz görüyor. Onlar ölüyorlar. Biz ise sadece yediğimiz ekmekle yetinmiyor, kaybettiklerimizin yasını tutup hesabını sormaya ahd ediyoruz.
Şimdi stratejik derinlikli, Türk-İslam sentezcisi, medeniyet üfürükçüsü, değer tüccarı, ilkeler şairi hocamız Başbakan olmuşken sayın savcım, merak ettiğim şudur: Devletinizle yatıp devletinizle kalkarken, kendi çocuklarınızın kanını emip etini çiğnerken, Yeni Türkiye diye bize binbir çuval giydirip neoliberalizme köle ederken, Müslümanların midesi bu pragmatizmi kaldırmaya daha ne kadar devam edecek? Gömleği çıkarıp başka bir urba giymiş, ilkeleri ve idealleri unufak etmiş, Müslümanım diye değil bir söz söylemek, sokağa çıkacak yüzümüzü bırakmamış olanlar, şimdi Firavun'un sarayını yeşile boyarlarken bizi hangi şiirlerle oyalayacak, hangi numaralarla gözümüzü bağlayacaklar? Yiyecek miyiz, yutacak mıyız, istifra etmeyecek miyiz? Biz yemiyoruz arkadaşlar. Ne Erdoğan ümmetin halifesi, ne de Yeni Türkiye islam devletidir. AKP ise olsa olsa islamcılığın Sovyetleridir. Biz bu necasetten taharete, pragmatizmden redd-i mirasa niyetliyiz. Var mısınız?
Yorumlar