İki Gün Bir Gece ve sonrası...
önce kaza, sonra set derken neredeyse 6 aydır salonlardan uzak kalmışız. döner dönmez vurduk kendimizi karanlık dergahımıza. seyreyleyelim hayal perdesini...
Dardenne biraderlerin kararında bir işçi sınıfı güzellemesi olan İki Gün Bir Gece neoliberal düzende sınıfdaşlarıyla kazançları arasında bir tercihe zorlanan küçük bir atölyenin on iki işçisiyle, depresyon tedafisinden yeni çıkmış, evli ve iki çocuk annesi ve ev kredisinin borçlusu Sandra'nın hikayesini anlatıyor, tabii her Dardenne hikayesinde olduğu gibi insanı gerim gerim geren dramatik bir gerilimle. Sandra'nın hali hakikaten harap, yaşamaya mecali yok, kocası zar zor onu ayakta tutuyor, ama işte bir gayret cuma'dan pazartesi sabahına kadar kapı kapı gezip iş arkadaşlarını alacakları 1000 euro ikramiye yerine, onun işte kalmasını tercihe ikna etmeye çalışıyor. işinden olmamak için adeta vicdan sömürüsü yapmak, hepsi de gayet bu ikramiyeye ihtiyaç duyan arkadaşlarını fedakarlık yapmaya zorlamak zorundadır. başka bir ihtimal yok mudur, fedakarlığı neden işçiler değil de işveren yapmaz? Dardenne biraderler 12 plan sekans monologa yaslanan bu nefis hikayede işçi sınıfının kavgasının salt ekonomik çıkar için değil, belirli bir haysiyet ve onur için de verildiğine dikkat çekerken, finalde Sandra'nın olanca imkansızlığına, ümitsiz durumuna karşı yaptığı ahlaki tercihle dramatik ve edilgen bir karakterden kurucu bir faile dönüşmesiyle bir kıvılcım yakmayı da başarıyorlar. Kırmızı Bisikletli Çocuk'tan sonra belki de en iyimser Dardenne filmi diyebiliriz İki Gün Bir Gece İçin. Oldukça karamsar bir tabloyla başlayıp adeta metafizik bir iyimserlikle biten, İran sinemasından aşina olduğumuz, esasen toplumcu (büyülü) gerçekçi sinemadan hiç de yabancısı olmadığımız güçlü bir metafizik duygusuyla bizi mücadelenin ihtimaline çağırıyor. Mesele sadece ekmek davası değil, onur ve haysiyet meseledir diyor...
İlyas Salman'ın oyunculuğunu meraktan, biraz da hemşehricilikten gittim Mısır Adası'na, beklediğimden iyi, ama totalde vasat bir film. Making of nation state derslerinde case olarak okutulabilecek bütün klişelere sahip, bilge ihtiyat, toprak, bayrak, genç kadın ve bilimum fallik imgelerle akıyor. Gürcü-Abhaz çatışmasının ortasında bir ada, ihtiyar dede ile körpecik torunu, sıfırdan bir kulübe inşa eder, mısır yetiştirirler. Manasız kamera hareketleri, abartılı müzik kullanımı, olmasa hiçbir şey kaybettirmeyecek diyaloglar filmi hantallaştırıyor. Yine de film mısır tarlasının, akıp gidenin ırmağın, bulutların hürmetine kendini seyrettiriyor.
Pirjo Honkasalo, kişisel tarihimde kıymeti olan bir kadın, yönetmen. Yıllar önce henüz sinemaya yeni başlamışken festivalde Melankolinin Üç Odası belgeselini seyretmiş, kendime vazife çıkarıp Kafkas-Çeçen Dayanışma Vakfı adına (tabii ki vakıfla ne bağım, ne de öyle bir yetkim vardı) filmin kültürel haklarını almış, üstüne olmayan İngilizcemle altyazısını yapmış, Final Cut bilmezken altyazılı Dvix ile yapıp vakfa kopyalarını götürmüştüm. Bana kalırsa muhteşem bir iş yapmış, Çeçen özgürlük davasının kültürel propaganda ayağına önemli bir katkı sunmuştum ama benim 16 yaşımda akıl ettiğimi vakıf yöneticilerinin pek umursadığını sanmıyorum. Neyse, İstanbul Modern'in Oscarın Yabancıları programında Pirjo ablanın adını görünce saygıda kusur etmedim, hiç düşünmeden gittim filme. Şansıma perşembe günleri filmler de beleşeymiş. Beton, Pirkko Saisio'nun aynı adlı romanından sinemaya uyarlanan, grotesk bir gençlik filmi. Epey karanlık atmosferi, siyah-beyaz sinematografisi, otantik Kuzey soğukluğuyla iç bunaltan bir film. Kuzeyli coming-of-age / teenage hikayelerinden gına gelmiş olsa da filmin atmosferinin etkisi, Pirjo ablamızın Kafkas davasına emeğiyle seyrettik, pişman olmadık.
Haftaya kısmetse;
Andrei Zvyagintsev reyizden Leviathan
Seneye damgasını vuran Macar filmi Beyaz Tanrı
Ve 3. Dalga kahve çılgınlığı hakkına epey iyi prodükte edilmiş bir belgesel
Dardenne biraderlerin kararında bir işçi sınıfı güzellemesi olan İki Gün Bir Gece neoliberal düzende sınıfdaşlarıyla kazançları arasında bir tercihe zorlanan küçük bir atölyenin on iki işçisiyle, depresyon tedafisinden yeni çıkmış, evli ve iki çocuk annesi ve ev kredisinin borçlusu Sandra'nın hikayesini anlatıyor, tabii her Dardenne hikayesinde olduğu gibi insanı gerim gerim geren dramatik bir gerilimle. Sandra'nın hali hakikaten harap, yaşamaya mecali yok, kocası zar zor onu ayakta tutuyor, ama işte bir gayret cuma'dan pazartesi sabahına kadar kapı kapı gezip iş arkadaşlarını alacakları 1000 euro ikramiye yerine, onun işte kalmasını tercihe ikna etmeye çalışıyor. işinden olmamak için adeta vicdan sömürüsü yapmak, hepsi de gayet bu ikramiyeye ihtiyaç duyan arkadaşlarını fedakarlık yapmaya zorlamak zorundadır. başka bir ihtimal yok mudur, fedakarlığı neden işçiler değil de işveren yapmaz? Dardenne biraderler 12 plan sekans monologa yaslanan bu nefis hikayede işçi sınıfının kavgasının salt ekonomik çıkar için değil, belirli bir haysiyet ve onur için de verildiğine dikkat çekerken, finalde Sandra'nın olanca imkansızlığına, ümitsiz durumuna karşı yaptığı ahlaki tercihle dramatik ve edilgen bir karakterden kurucu bir faile dönüşmesiyle bir kıvılcım yakmayı da başarıyorlar. Kırmızı Bisikletli Çocuk'tan sonra belki de en iyimser Dardenne filmi diyebiliriz İki Gün Bir Gece İçin. Oldukça karamsar bir tabloyla başlayıp adeta metafizik bir iyimserlikle biten, İran sinemasından aşina olduğumuz, esasen toplumcu (büyülü) gerçekçi sinemadan hiç de yabancısı olmadığımız güçlü bir metafizik duygusuyla bizi mücadelenin ihtimaline çağırıyor. Mesele sadece ekmek davası değil, onur ve haysiyet meseledir diyor...
İlyas Salman'ın oyunculuğunu meraktan, biraz da hemşehricilikten gittim Mısır Adası'na, beklediğimden iyi, ama totalde vasat bir film. Making of nation state derslerinde case olarak okutulabilecek bütün klişelere sahip, bilge ihtiyat, toprak, bayrak, genç kadın ve bilimum fallik imgelerle akıyor. Gürcü-Abhaz çatışmasının ortasında bir ada, ihtiyar dede ile körpecik torunu, sıfırdan bir kulübe inşa eder, mısır yetiştirirler. Manasız kamera hareketleri, abartılı müzik kullanımı, olmasa hiçbir şey kaybettirmeyecek diyaloglar filmi hantallaştırıyor. Yine de film mısır tarlasının, akıp gidenin ırmağın, bulutların hürmetine kendini seyrettiriyor.
Pirjo Honkasalo, kişisel tarihimde kıymeti olan bir kadın, yönetmen. Yıllar önce henüz sinemaya yeni başlamışken festivalde Melankolinin Üç Odası belgeselini seyretmiş, kendime vazife çıkarıp Kafkas-Çeçen Dayanışma Vakfı adına (tabii ki vakıfla ne bağım, ne de öyle bir yetkim vardı) filmin kültürel haklarını almış, üstüne olmayan İngilizcemle altyazısını yapmış, Final Cut bilmezken altyazılı Dvix ile yapıp vakfa kopyalarını götürmüştüm. Bana kalırsa muhteşem bir iş yapmış, Çeçen özgürlük davasının kültürel propaganda ayağına önemli bir katkı sunmuştum ama benim 16 yaşımda akıl ettiğimi vakıf yöneticilerinin pek umursadığını sanmıyorum. Neyse, İstanbul Modern'in Oscarın Yabancıları programında Pirjo ablanın adını görünce saygıda kusur etmedim, hiç düşünmeden gittim filme. Şansıma perşembe günleri filmler de beleşeymiş. Beton, Pirkko Saisio'nun aynı adlı romanından sinemaya uyarlanan, grotesk bir gençlik filmi. Epey karanlık atmosferi, siyah-beyaz sinematografisi, otantik Kuzey soğukluğuyla iç bunaltan bir film. Kuzeyli coming-of-age / teenage hikayelerinden gına gelmiş olsa da filmin atmosferinin etkisi, Pirjo ablamızın Kafkas davasına emeğiyle seyrettik, pişman olmadık.
Haftaya kısmetse;
Andrei Zvyagintsev reyizden Leviathan
Seneye damgasını vuran Macar filmi Beyaz Tanrı
Ve 3. Dalga kahve çılgınlığı hakkına epey iyi prodükte edilmiş bir belgesel
Yorumlar