Otobüs



Merlin Solakhan'ın Tekerleme'sini çıkmış, geleli henüz bir hafta olmasına rağmen içime fenalıklar getiren İstanbul'da bir anda 80'lerin başına ışınlanıvermiştim. İzzet'in metnindeki yerlicilik tartışması, solculuğun terki, dönemin ajans ortamları, Mustafa Irgat ve çok tuhaf, çok uzak bir İstanbul imajı. Çıkışta Belmin ve Haşmet'le Tünel'e doğru yürürken, filmin 2004'te gösterildiği Kinemathek Karlsruhe'nin zenginliğinden, İzzet'in modernite eleştirisinin oksidentalizmin popülist bir versiyonunda hitam bulmasına, Mustafa'yla Zümrüt'ün kayık sahnesinde denizin altına dair tasvirlerinin Orhan Pamuk'un Kara Kitap'taki Boğaz betimlemeleriyle benzerliğine ilginç bir sohbet ettik. Yakın vakitte görüşmek üzere sözleştik, ben Tünel'den Şişhane'ye indim, onlar Asmalımescit'te bizim eski çaycının sokağında gözden kayboldular.

Deniz Palas'ın önünde ışıklardan karşıya geçerken duraktan çıkan 87'yi gördüm, kırmızının yanmasını fırsat bilerek ön kapıya hamle ettim. Halk otobüsünün şoförü acıyıp kapıyı açtı. Akbilimi bastığım esnada ön koltukta oturan çocuk "Fazla akbilin varsa basar mısın abi?" diye sordu. Bir de ona basıp ortalara doğru ilerleyecekken para vermekte ısrar etti, istemedim, "Hakkını helal et" dedi. Tam o esnada ortadan ikinci koltukta romanına gömülmüş, kıpkırmızı rujlu, başörtülü bir kızın gözlerini bana diktiğini fark ettim. Maskaralı kirpiklerini kırpmadan, biraz hayret biraz da endişeyle bakıyordu başörtülü kız. Her başörtülü kız gibi siması yabancı gelmiyor, ama bir türlü çıkaramıyordum da. Görünen o ki, o da beni tanıyamamıştı. Birine mi benzetmişti, yoksa beni tanıyor muydu, acaba gizli gizli takip eden o kızlardan biri miydi, yoksa geçen twitterda küfreden miydi?

Sorular içimi kemirirken ön koltuğa oturdum. Bakışlarını ensemde hissederek mesajlarımı okudum, mailimi kontrol ettim. Otobüs Unkapanı'ndan Fatih'e doğru tırmanırken gözucuyla bir daha baktım arkama, başını romanına eğmişti. Belki sadece birine benzetmişti, ama öyleyse neden uzun uzun bakmıştı gözlerini dikerek. Arkamı dönüp sormak istedim, sonra çekindim. Yanlış anlasa tatsızlık çıkacak, akşam akşam mütecaviz bir pozisyona düşecektim. Kurcalamanın da çok alemi yoktu. Basit bir bakışmaydı belki, belki alımlı, makyajlı çehresi beni biraz celbetmişti, hepsi bu.

Otobüsün hoparlöründen "Gelecek Durak: Yavuzselim" diye anons etti mekanik kadın sesi. Çantamın askısını boynuma geçirdim, düğmeye bastım. Kırmızıda durdu kaptan, trafik ışıklarının sayacının 50'den geriye doğru saymasını fırsat bilerek ayağa kalktım ve arka koltuğa eğildim, romanında başını kaldırdı başörtülü kız. "Tanışıyor muyuz?" diye sordum, "Bilmiyorum" diye cevap verdi zor duyulan bir sesle, "Birine mi benzettiniz?" diye üsteledim. "Evet" dedi, "Peki ben kimim?" dedim, maskaralı kirpiklerini kırpıştırarak, "Üç yıl önce" dedi "Gezi olaylarında, otobüs gelmemişti, durakta bekliyordum" derin bir nefes aldı ve devam etti, "siz koluma girmiş, bana yardım etmiştiniz" diye tamamladı.

Yeşil yanıp otobüs sarsılarak hareket ettiğinde beynimde bir şimşek çaktı ve yoğun bir sisini, kesif bir gaz bulutunun ardından herşeyi yavaş yavaş hatırlamaya, geçmişi çağırmaya başladım. Gezi'nin ikinci haftası, polisin AKM'deki pankartları toplayıp yavaş yavaş parkı boşaltma denemelerine başladığı günlerdi. Basın açıklamasından sonra çok sert bir şekilde gaz bombardımanı başlamış, parkta bulunanlar gökten yağmur gibi yağan gaz kapsüllerinden kaçarak Elmadağ istikametine doğru koşmaya başlamışlardı. Çok kalabalıktı. Atatürk Kitaplığı'na bakan cephe polis ablukasındaydı, Talimhane'ye bakan cephede, eski otobüs duraklarının olduğu yerler ise meydan düzenlemesi inşaatı nedeniyle harabeye dönmüş, moloz yığınlarından fışkıran inşaat demirleri gaz bombardımanından kaçan insanların yolunda adeta tuzak gibiydi. Eski evlendirme dairesinin hizalarına geldiğimde gazdan boğulurcasına öksürürken, önünü göremeden bir o yana bir bu yana sendeleyip duran başörtülü bir kızla karşılaştım. Kot ceketi, etnik desenli küçük çantasıyla Gezi'nin eylemci sakinlerinden ziyade merak edip parka gelmiş bir kızcağıza benziyordu. Daha evvel gaz yemek şöyle dursun polisin yanından bile geçmediği belli oluyordu kızın.

Onu orada bırakamayacağımı fark ettim. Gözlüğümü çıkardım gözüne taktım, ağzını maskemle kapamasını, burnundan nefes almaya çalışmasını söyledim. Şaşırdı "birden gaz atmaya başladılar" dedi, "ben evime gidecektim". Koluna girdim, birlikte koşmaa başladık. Bir yandan da sakin olmasını, bastığı yere dikkat etmesini, panik yapmamasını telkin ediyordum. Aklıma babamın Karaburun'da İkbal abla boğulurken suya atlaması gelmişti. Gaz bombalarından biri omzumu sıyırdı, başörtülü kız bir çığlık atıverdi. Koluma geçirdiği elini sıkıca tuttum, yuvarlanarak molozlardan aşağıya, Talimhane'ye doğru iniverdik. Henüz yeni betonlanmış satıhta kızıl maskeliler inşaat artıklarından taş kırmaya girişmişlerdi, kalabalığın yekünuysa Elmadağ'a doğru akış halindeydi. Kızı Surp Agop hastanesin köşesine kadar getirdim. Gazın etkisi hafiflemiş, gözlerinden akan yaşlar yanaklarında hareler oluşturmuştu. "Fatih'e gidicem" dedi. Yokuş aşağı Dolapdere'ye inmesini, oradan Kasımpaşa minibüsleriyle Edirnekapı'ya gitmesini salık verdim. Teşekkür etti, maskemi ve gözlüğümü geri verdi. Yüzüme takıp, barikatlardan yükselen "Gel, gel, gel, gel" çağrısına yöneldim.

Kırmızı ruju ve kara gözleriyle bana uzun uzun bakan kız işte oydu. Kaç yıl olmuş, neler geçmiş, en tuhafı da ne ben o benim, ne de o, o parktaki ufak tefek kız... Boğazım düğümleniverdidi, "Hafızanız iyiymiş" diyebildim. "Hayırlı akşamlar" dileyip durakta açılan kapıdan aşağıya zıpladım. Çiseleyen yağmur giderek şiddetini arttırırken, otobüsün buğulu camları arında kırmızı rujlu, başörtülü kız kitabına gömüldü. Hafifçe el salladım. Sahi, Gezi ne zaman olmuştu, o kadar da olmuş muydu, bütün bunları ne zaman unutmuştuk. Yoksa hatırladığımı zannetiğim hafızanın bir oyunu muydu, kız belki de beni başkasına benzetmiş, ben de onu bir başkasına mı yakıştırıvermiştim? Hepsi mümkün, ama hakikat işte bundan üç yıl evvel bu artık hiçbirşeye benzemeyen şehrinde yaşadığımız iki haftadır. Kesif bir gaz bulutunun altında, ama hala orada, tam ortada. Onu şimdi, burada ve daima kılmak içün; hatırlayalım...

Yorumlar

Mehmet Erken dedi ki…
yazı yaz, senaryo yaz, film çek, ya da "bize hikayeler anlat" abi
Bedri Münir dedi ki…
güzel hikaye. bundan sağlam senaryo çıkar. modern bir fatih-harbiye uyarlaması bile olur.
Adsız dedi ki…
Küçük şeyleri unutamayanlar, en geri hatıraları da unutamayanlardır. Hafızalarının bu bahtsız kuvveti karşısında hiçbir memleket, hiçbir vatan tutamadan her yeri, her şeyi severek öleceklerdir...

Bu blogdaki popüler yayınlar

Eylül

Hakikati söylemek, toplumu savunmak

düğün ve nikahlara neden icabet etmiyorum