Şimdiyi ve Nasılı Konuşmak: Post-İslamcı Bir Siyasal Arayış*
İslamcılığı tanımlamak ve tartışmak oldukça zor. Belki en başta İslamcılık'tan değil, İslamcılıklardan bahsettiğimizi hatırlamakta fayda var. Bu sunumda ben İslamcılığı tartışmak yerine, bugün İslamcılık tecrübesinin bize ne önerebileceğinden bahsetmeye çalışacağım.
Klasik dönem İslamcılığının Hamid gibi devletlü, Akif gibi devletsüz modellerinde de iktidar öncelikli hedef olarak kurulur. Müslüman dünyanın modernlikle beraber yaşadığı kırılma, modernleşme tecrübesinin sorunları bir iktidar meselesi doğurmuştur ve bunun çözülmesi gerekir. Hilafetin ilgası bu meseleyi derinleştirir. Ana akım İslamcılıklar bugüne kadar hep iktidar merkezli hareketler olmuşlar ve siyasal doktrinlerini de bunun üzerinde kurmuşlardır. İktidarı önceleyen tavrın adaletle ilişkisi ise her zaman sorunlu olmuştur. Dolayısıyla sosyal adaletten bahsedeceksek bu somut ilke ve ölçütlere göre belirlenmiş bir ekonomi-politik olarak değil, iktidarın çıkar ve faydasına göre tartılan bir unsur olarak algılanır.
Bugün Türkiye’de Kemalist rejim parçalandıkça kimlik odaklı sorunlar birer birer ortadan kalkıyor. Zira artık siyaset ideolojilerle değil teknolojilerle icra ediliyor. Bunun altını çizmek isterim. Başbakan sıklıkla “siyaset değil hizmet yaptıklarını, bu millete aşkla bağlı olduklarını” beyan ediyor. Siyasetçinin siyaset yapmadığını iddia ettiği, düşüncelerden, projelerden, programlardan bahsetmesini beklediğimiz devlet adamının aşktan söz ettiği bir evrendeyiz. Siyasal alanın sürekli daraltıldığı, politik sözün itibarsızlaştırıldığı, meşruiyetini ve ikna kapasitesini yitirdiği bir dönemdeyiz. Siyasal olan, müzakere edilebilir, konuşulabilir, tartışılabilir olandır. Mevcut iktidar ise sözün alanını daraltarak yahut sözü itibarsız kılarak, duygu politikaları ve kanaat teknolojileri ile sistematik olarak bu dili imha ediyor. Tam da bu noktada ezberimizdeki, bagajımızdaki, hafızamızdaki siyaset biçimleri, mücadele yöntemleri geçerliliğini yitiriyor.
Son 11 senede, Kemalizm projesinin çöküşünün ardından tebaasının rızasını, yeni bir siyasal kurulum ve tasarım ile yeniden üretmeye çalışan, iktidar alanının dışına itilmiş özneleri içeriye davet eden ve herkese fırsatlar sunan yeni bir vaat ortaya koyan, kitleleri bu vaade ikna etmek için kanaatler üreten, teknolojiler kullanan bir siyasal tecrübeye tanıklık ettik. Emek ve Adalet Platformu bu yeni Türkiye’de yoksullar, yoksunlar, mazlumlar ve mustazaflar için daha adil olanı nasıl elde edebilirizin sorusunu sormaktadır.
Kemalist projenin ikili rejimi, kitleleri parçalarken toplumsal muhalefet kesimleri ve dilleri de bundan nasibini almıştır. Türkiye’de solun ve sağın Kemalizmle ilişkisini burada iyi gözlemlemek gerekiyor. “Sol bitti, kitlelere birşey söylemez” cümlesini cömertçe kurabilirken, sağın, yani mütedeyyin, muhafazakar Anadolu insanının rejimle ve düzenle olan ilişkisini dikkatle çözümlemek gerek. Sol siyaseti bir emek ve adalet mücadelesi olmaktan çıkaran, Kemalist rejimin payandası ve yedeği haline getiren hangi tasarım ise, halk kitlelerinin manevi duygularını, dini pratiklerini, muhafaza ettiği değerleri de rejimin resmi ideolojisinin çimentosu kılan aynı tasarımdır. Mazlum halkların baş düşmanı Amerika’nın Dolmabahçe açıklarında demirleyen 6. filosunu kovalayan gençleri mundar ve merdud, Cuma namazını 6. Filo manzarasıyla eda ettikten sonra o gençleri kovalayan ve hatta öldüren işçileri makbul ve muteber kılan aynı ideolojik konfigürasyondur.
Emek ve Adalet Platformu, siyasal kültürde, dilde ve pratikte bu ikiliği kırmayı kendine hedef edinmiş bir kollektif arayışın adıdır. Reçetesi, mürşidi, kurtarıcı formulü olmayan, arayan, soran, danışan, tartışan, buluşan bir iradenin adıdır. Denemekten ve yenilmekten başka kaybedecek bir şeyi olmayanların, daha iyi yenilmeye dair irade beyanıdır. Zaferle değil seferle mükellef olduklarını hatırlayan öznelerin bir araya gelişidir.
Bilgiyle eylemi birbirinden ayrı iki unsur olarak düşünmüyoruz. İkisini bir bütün olarak ele alan, düşünürken eyleyen, eylerken düşünen bir metodu benimsiyoruz. Mazlumlara, mustazaflara yol göstermek, kılavuzluk etmek, öncü olmak gibi bir misyonumuz yok. Beraber aramaya, öğrenmeye ve direnmeye talibiz. Öğretmekten çok, öğrenmeye inanıyoruz. Hak ve adalet mücadelesinin omurgasına kemik değil, kalsiyum olmak istiyoruz.
Emek ve Adalet Platformu bugün yaşadığımız dünyada zulmun, sömürünün, ifsadın ve tuğyanın kaynağını kapitalizmde görüyor. Zulmün, fenalığın, fuhşiyyatın, ahlaksızlığın özünün kapitalizm olduğuna inanıyor. Kapitalizme kapitalizm demekten de korkmuyor, çekinmiyor. Bunun ne solculuk, ne modernistlik, ne de ehli Sünnet itikadına tehdit olduğuna inanıyor. Kapitalizme karşı mücadelesinde de sosyal adaleti merkeze alıyor. Diğer bir ifadeyle altın ve gümüşü ellerinde biriktiren, para ve metaı aralarında dolaştırarak bundan fayda sağlayan müstekbirlere karşı hakça üretmeyi, adilce bölüşmeyi, yoksunlarla dayanışmayı, kanaat etmeyi ve israf etmemeyi mesele ediniyor.
Kavgamız sosyal adalet ise kimlerle saflaştığmız, nerede sabit olduğumuz da aşikardır. Geçtiğimiz iki Ramazan, İstanbul’un dört bir yanında kurduğumuz sofralar işte bu saflaşmanın canlı ve somut örnekliği oldular. Tüm bu arayışta sıklıkla dert ettiğimiz, nasıl görüldüğümüz, nasıl anlaşıldığımız sorusunun da yanıtı da aslında birlikte ettiğimiz bu iftarlardadır.
Oruç gibi manevi gerilimi yüksek bir ibadeti politikleştirerek altını boşalttığımız, dayanışmamızı medya aracılığıyla bir sahne performansına dönüştürdüğümüz düşünülebilir. Ama niyetimiz bu değil. Sadece niyet etmek yetmez, sözümüz ve eylemimiz de bu değil. Biz istedik ki sadece karşı durduklarımızı, düşmanı olduklarımızı değil yanlarında saf tuttuğumuz, omuz omuza verdiğimiz insanları görelim ve gösterelim. Kardeşlik İftarları bizim için bir hatırlama ve hatırlatma eylemidir. Kaybettiğimiz siyasal vaadi, zalimlere tehdit, mazlumlara teklif içeren Hak ve adalet ideolojisini hatırlatma denemesidir.
Biz bu çağrının yanıt bulduğuna inanıyoruz. Roboski’de TSK’nın bombalarıyla, Zonguldak’ta patronların kar hırsıyla katledilenlerin hesabını sorarken bu seda yankılanmaktaydı. Ramazan’ın ortasında işten atılan TEXİM işçileriyle birlikte üç ayı devirirken bu ses çınlamaktaydı. Tok komşuların görmeyen bakışlarına karşın, sokaklarda barınan evsizlerle beraber sabahlerken bunu haykırmakta idik. Sadece sosyal adaletsizliğe ve faillerine “karşı” kıyamdayken değil, işçilerle, evsizlerle, göçmenlerle aynı sofrada buluşurken, bilcümle madun ve mustazafların “yanında” saf tutarken de bunu ifade etmeye çalışıyorduk.
Mehmet Efe’nin hicretten dönüşünde anlattığı bir hikayeyle tamamlayalım. Efe Birleşik Devletler’e muhalif ve devrimci sayılabilecek bir topluluğun davetiyle gider. Henüz yeni geldiği zamanlarda arkadaşları ona jest olsun diye bir piyango bileti alırlar. Efe de bunun üzerine onlara piyangonun ne kadar da rekabetçi ve bireyci bir ekonomik sistemin ürünü olduğundan, umudun nasıl pazarlandığından, çoğunluğun kaybının nasıl azınlığın kazancına dönüştüğünden bahseden uzun bir tirad çeker. Bu epey şiddetli monologun nihayetinde, Efe’nin Müslüman kimliği ve İslamcı ideolojisi hakkında Amerika vasatından fazlasını bilmeyen arkadaşları şaşırırlar. İçlerinden biri sessizce piyango biletini geri alır ve iki eliyle parçalara ayırır.
İşte bugün yitirdiğimiz, onbeş sene evvel piyango biletini yırttıran bu irade ve iddiadır. Bugün tam da ihtiyacımız olan, düzenin vaadine ve buna gösterilen rızaya karşın, mazlumları ve mustazafları başka bir mümkünata ikna edecek yeni bir vaat ortaya koymaktır. Adını ne koyarsak koyalım mazlumlara eşitlik, adalet ve özgürlük getirecek bir teklif, zalimlere korku salacak ve hesap soracak bir tehdit içeren bu yeni siyaset, şimdi “Nasıl?”ını aradığımızın tarifidir.
* Bu metin Özgür Yazarlar Birliği’nin 24 Şubat 2012 tarihinde, “Neo-Liberal Dönemde İslamcılık” tartışmalarının son halkası olarak örgütlediği “İslamcılık Ne Önerebilir” başlıklı paneli için, Emek ve Adalet Platformu’nu temsilen kaleme alınmıştır.
Yorumlar