İşsizliğe Övgü

Kumbaracı Yokuşu'nda aylaklık ederken, Eylül 2013. Foto: Feyzullah Yeşilkaya

- "Naber abi, napıyorsun?"
- "Nolsun abi, işsizim, güçsüzüm"

Altı aydır bu sahtekar hal-hatır sorusuna cevabım "işsizlik". Belgeselin çekimleri bitince ajansta yapacak başka bir iş de kalmadı. İstifamı verip ayrıldım. Aralık'ta dffb ve NYU Tisch School of Arts başvurularımı yolladım. Ocak'ta da birbuçuk yılda 10 sayfa yazabildiğim, bitirme tezimin ikinci kısmını teslim ettim ve Boğaziçi Üniversitesi Tarih Bölümü'nden mezun olarak talebelik hayatına veda ettim, okulla ilişiğimi kestim. Hasköy askerlik şubeye koştum, iki yıl tecil hakkımı kullandım, TC Savunma Bakanlığı'na borcumu askıya aldım.

Artık işsiz, askerliğini yapmamış, bekar bir adam olarak "gerçek hayat"a atılabilirim. En makbul ve muteber olmayanından. Politik olarak zaten mal meydanda. Orda bi değişiklik yok, fakat işsizlik meselesi, düzenli bir maaşın olmadan, bozukları sayarak, akbili hesaplayarak, öğle yemeğini beleşe getirerek, otlanarak, yarının belirsiz, geleceğin olmadan yaşamak yeni bir rejim. Talebeliği bir meslek, aidiyet ve mesuliyet sayanlardanım. Talebeysen okulunda okursun. Oradan sorumlu olursun. Eylersin, yaşarsın, çalışırsın. Tekkeyi beklersin. Vaden dolunca da gidersin. Becerebilirsen halefine postu devreder, beceremezsen sarar dürersin. Mektep vadeli bir yerdir. Zamanı gelince mezun olursun, izin alırsın. Ertelediğin, askıda tuttuğun bütün hayat tepene biner işte o zaman. Olmadığın ne varsa olmak zorundasındır. Olmasan da oldururlar, everir işe koyar, borca-haraca bağlarlar.

Hikaye bilindik. Lakin tecrübe biricik. İşte şimdi tecrübe ettiğimiz, güvenceli, düzenli bir işle neyi kazanıp neyi kaybettiğimize dairdir. Düzenli bir işe, bir patrona, üç kuruşa emeğini, genelde de onurunu satmaya, bulaşık makinesinin borcunu, evin kirasını denkleştirmek zorunda kalmaya mecbur muyuz? İğreti ceketlerle, çakma topuklarla seke seke metro koridorlarında koşturmak kaderimiz mi? Derdim meşguliyetle, eylemekle, bir şey meydana getirmekle, imarla, imalla değil. Derdim bir kurum olarak iş ve işletmeyle, işe icbar edilmekle.

Sinema emekçiyisim. Rızkımı film setlerinde çalışarak temin ediyorum. Sinema tabiatı icabı güvencesiz, kırılgan, nasıl derler precarious bir iş. Gariptir, kırılganlık ve esneklik arasında saçma bir paralellik var. Çalışma koşulları esnedikçe, kırılganlığımız, güvencesizliğimiz de artıyor zira. Sinema emekçileri olarak bizler, bir tür mevsimlik işçiyiz aslında. Kendi bağımsız film şirketimizi kuracak sermayemiz yoksa -ki ticari işler olmadan, TRT'yi filan söğüşlemeden bu mümkün değil- beklememiz gereken bir iş var demektir. Bekleyiş, dünyanın en konforsuz, yıkıcı ve yıpratıcı hali olsa gerek. Belirsizliğe, meçhuliyete, muğlaklığa tahammülümüz zayıf. İnsanın zaafı hep sığınacak bir yer araması belki de. İşsizlik tam da o sığınaktan azad olmak, çırılçıplak kalmak bir bakıma.

Sadece yarınını değil, otuzbeş yıl sonra emekli olacağın günü dahi bilerek, memur - fakat Allah'ın değil iktidar ve sermayenin emrine koşulan- olmak ne acı. Tayin edilmiş bir hayatı yaşamak, sonunu görerek yol almak ne ağır. İşte bu hissiyat beni işsizliği bir ahlaki tercih olarak benimsemeye iten şey oldu. İşsiz, bittabii güvencesiz, maaşsız, aç, muhtaç ama fail bir hayat. Bu halin dayanışmayı arttıran bir tarafı da var. Kardeşliği ve vefayı sınayan bir vasfı da. Bölüşebilme, müşterekleşme iradesi gösterenlerle, kendine dönen, biriktirenlerin ayrıştığı bir hal. Bu hali önemli buluyorum.

Herşeyin bir bedeli var bu hayatta. Konforun da, refahın da, adaletin de, özgürlüğün de. Emeğimizi satarak geçindiğimiz dünyanın bize vaad ettikleri arasında umut yok, özgürlük yok, hayat yok. Daha fazla sömürü, öncden belirlenmiş bir ömür, belirli bir hayat tarzı var. Rızık peşinde koşarken, mesul kılındıklarımız uğruna kabullenmek zorunda kaldığımız işte bu hayat. İşte isyanımız da bu hayatadır. Yaşayacağım bu hayatsa, ben buna eywallah etmiyorum arkadaş. Bu hayat için evlenip çoluk-çocuğa karışmak, yahut tersinden evlendiğim için bu hayata mecbur olmak istemiyorum. Eylül dizisinde kustuk bu meseleleri, daha fazla açmayacağım. Fakat muhakkak ki "kutsal aile" ve bütün bu izdivaç ekonomisiyle, düzenli bir iş dayatması arasında muhteşem bir korelasyon olduğu aşikar.

Bu haykırışın düzenli çalışmayı, memuriyeti tasfiye ederken, "esnek" ve "güvencesiz" çalışma koşullarını, "özgürlük" veya serbestlik adı altında pazarlamak gibi düşebileceği bir tuzak var. Emek ve adalet davasının mücahidi olarak öyle bir yere talip olmadığımız açıktır zannediyorum. Yine de bu dipnotu düşmekte fayda görüyorum. Serbestçe çalışmak, başka bir zamansal ekonomiye talip olmakla esnek üretim koşullarında sömürülmek arasında 1 fark görüyorum. Bunun da altını çizmekte fayda buluyorum.

Görmesem de, ummasam da, beklemesem de bir çıkışın var olduğuna inanıyorum. Etrafımızı saran bu pusu yırtıp atabileceğimize inanıyorum. Eyvallah etmeden, emeğimizi değil de haysiyetimizi üç kuruşa satmadan da hayatımızı idame ettirebileceğimize inanıyorum. Daha fazla kara değil, bölüştüğümüz ekmeğe inanıyorum. Sevdiğimizin, sevdiklerimizin bizi bu ahlaksızlığa değil daha güzel bir hayata mecbur edeceğine inanıyorum. Çalışmaya mecbur edilmeyi reddediyorum. Yaşasın işsizlik!

Yorumlar

Aile dedi ki…
Mesleğim olacağına dayım olsaydı. İşim kesin olurdu.

Bu blogdaki popüler yayınlar

Eylül

felahçilar*

Aralık